23 Nisan 2012 Pazartesi

TATANG-FU (ÇİN SINDIĞI) SAVAŞI (MÖ 201)


Mete (Mao-tun) döneminde gerçekleşen Tatung-fu Savaşı, Türk askerlik ve strateji dehasının en önemli örneklerindendir. Babası Teoman'ın yerine Hun Devleti'nin başına geçen Mete Han, kısa sürede devlet yönetimi ve askerlik alanlarında gösterdiği başarılarıyla imparatorluğunu güçlendirmiş ve gözünü Çin'e çevirmiştir.

Mete Han, Çin'e karşı askerî bir harekâta girişmeden önce Çin'in kışkırtmalarıyla hareket eden Tunghuları ve Yüeçileri kendi boyunduruğu altına almıştır. Kuzeye ve güneye doğru genişleyerek 26 hanlığı Hun ülkesine katmıştır. Çin sınırına yakın tarlaları ektirerek Çin'i kuşkulandırmadan lazım olan yiyecek ihtiyacını tamamlamıştır. Ordusunu daha da büyüten Mete, ıslık çalan oklar diye bilinen oklarla ordusunu donatmıştır.


Kalabalık Çin ordusuna karşı yapılacak bir harekâtın çok iyi planlanması gerekiyordu. Mete Han'ın planı şöyleydi: Uzun mesafeli, yorucu yürüyüşler yerine; başlangıçta temas kuracak kadar ilerlemek, daha sonra kaçar gibi yaparak geri çekilmek ve düşmanını harekât üssünden uzaklaştırarak kesin sonuçlu bir muharebeyle düşmanı yok etmek. Mete Han'ın asıl ordusu geride, Çin ordusunu çekmek istediği Tatung-fu güneyindeki Sankan-Ho Nehri havzasının arkasındaki dağlarda saklanacak ve diğer küçük bir birlik de Çinlilerle gerçek bir muharebeye girmeden geri çekilecekti. Kış ayları geldiği için Çin İmparatorunun Hunlar üzerine saldırmama olasılığı da vardı. Bu durumu da düşünen Mete Han, ilk olarak Maye şehrine saldıracak ve bu şehrin idaresinde bulunan Han Kralı Tisi'yi kendi yanına çekmeye çalışarak Han Kralı ile Çin İmparatoru Kao-Ti'nin arasını açacaktı. Böylelikle Han Kralına duyacağı öfkeyle Kao-Ti'nin savaştan kaçması muhtemel gözükmüyordu.


  Sonbaharın sonuna doğru Tiyanşan Dağları'ndaki yığınağından hareket eden Mete Han'ın ordusu, Çin sınırını aşmıştır. Bir kol; kuzeyden inen yolları gözetmek, Mete'nin harekât üssünü ve asıl ordunun yan ve gerilerini korumak için Tatung'a gitmiştir. Asıl kol da Han Krallığının merkezi Maye şehrini sarmıştır. Han Kralı bu durum üzerine İmparator Kao-Ti'den yardım istemiştir. Fakat bu kadar hızlı bir kuşatma harekâtının olamayacağını düşünen imparator, Mete ile Han Kralının anlaşmış olabileceğinden şüphelenerek yardım etmemiştir. Yalnız kalan Han Kralı, Hunlar ile anlaşmak zorunda kalmış ve ordusunu Mete'nin ordusuna katmıştır. Böylece Mete'nin planlamış olduğu Çin imparatorunu kışkırtma durumu gerçekleşmiştir. Han Kralını Çinliler üzerine salan Mete, krala Çinlilerle kesin bir çarpışmaya girmeden geri çekilme emrini vermiştir.


Sayısı 120 bini aşan birinci ordusunun başında olan İmparator Kao-Ti, Singan-Fu yönünde Han Kralı Tisi'nin ordusunu durdurmuş ve kuzeye doğru kovalamaya başlamıştır. Geri çekilen birlikler, kesin bir muharebeye girmedikleri için yıpranmamış ve Çin ordusu Mete'nin asıl ordusunun olduğu yere doğru çekilmiştir. Çinliler akın kollarını Hansin Geçidi'nde sıkıştırmış, İmparator Kao-Ti bu başarı üzerine Hun ordusunu tamamen dağıtabileceğini düşünerek daha süratli ve hırslı bir şekilde saldırmıştır. Fakat kış şartlarının ağırlaşması ve saldırıdan sonuç alınamaması üzerine askerler umutsuzluğa kapılmışlardır. Kao-Ti, Mete'nin ordusuna iyice yaklaştığını düşünerek Mete'ye elçiler göndermiştir. Mete, asıl ordularını saklamış ve elçileri yanıltmak için yaşlı ve hasta insanları toplayarak onları Hun askerleri gibi tanıtmıştır. Elçiler Kao-Ti'ye verdikleri raporda, Hun ordusunun zayıf ve bitkin olduğunu söylemişlerdir. Kao-Ti, Hunları geriden kuşatmak ve Tatung'a ulaşmak için hareket etmiştir. Bu, Mete'nin planladığı durumdur. Tatung Ovası'na giren 120 bin kişilik Çin ordusu, bir anda çevredeki yamaçlardan gelen 40 bin kişilik Türk askerleriyle karşı karşıya kalmıştır. Mete, askerlerini dört birliğe ayırmış ve her birliğe farklı renkte doru atlar vermiştir. Muharebe tamamlandığında Tatung Ovası'nda koca bir ordu imha edilmiş ve Çin imparatoru kaçarak Peteng Kalesi'ne sığınmıştır. Bu zafer sonunda Çin imparatoru, Mete'nin şartlarını kabul ederek anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Buna göre; Çin prenseslerinden birisi Hunlara gönderilecek ve Çin her yıl vergi verecekti.

Tatung-Fu Muharebesi, Türk askerinin kendisinden sayıca üstün kuvvetlere karşı verdiği savaşlardan sadece biridir. Toplamda 240 bini bulan Çin ordusuna karşı 48 bin Türk askerinin göstermiş olduğu başarı, dünya harp tarihinde Tatung-Fu Muharebesi'nin önemini ve Türk askerî zekasının üstünlüğünü ortaya koymaktadır.

17 Nisan 2012 Salı

MİLLETLER BİRBİRLERİYLE NİÇİN HARBEDERLER?


  Uzvî varlıklarda hayat ve nişanesi nasıl büyümek, açılmak ise içtimai varlıklarda da ayniyle öyledir. Yaşayan milletin başlıca seciyesi nüfusça, medeniyetçe, ticaretçe servetçe ve mefkûrece büyümek ve genişlemektir. Büyümek ve genişlemek seciyesi az yahut zayıf olan milletlerin üzerine çullanırlar, memleketlerini zapdederek içtimai varlıklarına nihayet verirler...

  "İçtimaiyat" ilmi müsbet usuller ve derin tetkikler neticesi olarak daha taayyün etmediği zamanlarda bir çok alimler, hatta filozoflar milletlerin içtimai ruhiyetlerini sezemiyorlar hakikaten çok uzak felsefeler yapıyorlardı. Onlara göre harp fena idi. Vahşilik idi. Barbarlıktı. Sözde bir gün bütün insanlar kardeş olup barışacaklardı. İçtimai hakikatleri içine alamayan zihinlerin hacmi pek küçüktü. Ve muharebenin asıl en doğru sebeplerini bilemedikleri için kendilerinden bir takım hayali sebepler uydururlar, mesela, hükümdarların hırslarını, şan şeref arzularını esaslı amillerden biri sanıyorlardı. Halbuki hakikatte muharebe, milletlerin başlıca hayat nişaneleri olan büyümek ve yayılmak seciyeleri arasındaki içtinap olunamaz bir çarpışmadan başka bir şey değildir. Milletler tabii hayatlarını yaşadıkça muharebe en zaruri ve mutlak bir hadise idi.

  İçtimai müesseselerini ferdler üzerindeki mehip tahakkümünü duyamayan evvel zamanın masum ve şair filozofları "Beni adem aza-iyi yekdigerend, Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" diye hakikatı ihmal etmişler, kendilerinin marazi duygularını hep sahih sanmışlardır. Bu gaflet Avrupa'da "Antimilitarizm, Antipatrıatizm- Vatan ve askerlik aleyhtarlığı" gibi münasebetsiz ve manasız cereyanların doğmasına sebep olmuştur. Fakat daima içtimai hakikat galebe çalmış, fertlerin hususi nefret ve feryatlarına rağmen milletlerin büyümek ve zayıflamak seciyeleri birbirleri ile çarpışmış, muharebeler birbirlerini takip etmiştir.

  Muharebe içtimai bir müessesedir, İlim ve fen ne kadar terakki ederse etsin milletler ve yine milletlerden teşekkül eden zümreler içtimai hayatlarını sürdürdükçe esasi seciyeleri olan büyümek ve yayılmak arzusu da yaşayacak ve bunun neticesi olarak harp de yaşatan ve kuuvet veren bir müessese halinde payidar olacaktır.


Ömer Seyfettin

15 Nisan 2012 Pazar

BİR ÇOCUK NASIL MİLLİYETPERVER OLUR?


1- Konuştuğu Türkçeyi sever. Konuştuğu lisanı yazar. Ve bu güzel İstanbul Türkçesi'ni herkese öğretmeğe çalışır.

2- Dini gibi milliyetini de sever ve mukaddes bilir. Türklüğün aleyhinde bulunanlara karşı Türklüğü müdafaa eder. Milliyetine lakırdı söyletmez. Türklüğün dünyadaki milletlerin hepsinden daha necib ve cesur olduğunu hatırdan çıkarmaz. Hangi milletten olursa olsun Türkçe öğrenip Türk milliyetine karışan muhacirlere tıpkı eski kan kardeşi imiş gibi muamele eder.
 ça
3- Her fırsatta Türklüğü medheder, Türklüğe kıymet verir. Her fırsatta Türk tarihini, Türk cihangirlerini, Türk alimlerini anar.

4- En büyük cihangirlerden çıktığı gibi İbni Sina ve Uluğ Beğ gibi en büyük alimlerin de Türk milletinden geldiğine iman eder.

5- Herşeyden evvel Türk tarihine vukuf peyda eder. Türklüğe dair yazılan edebi ve fenni şeyleri diğer mütalaalara tercih eder.

6- Askerlik, tüccarlıki sanatkarlık, memurluk, hasılı hangi meslek için hazırlanırsa hazırlansın en başta gelen emeli, Türklüğe, Türk mefkûresine hizmet etmek olur.

7- Şahsi hayatının fani, fakat milliyetinin, Türklüğünün edebi olduğunu aklından çıkarmaz. Herkes mezara girecek ve ölecektir. Tarihe giren kahramanlar ölmezler. Milletlerinin kalbinde yaşarlar. Milliyetperver olmak isteyen her çocuk da nasıl olursa olsun iyi bir nam ile Türk tarihine girmeğe çalışır. Dünyada tarihe girip şanlı bir hatıra bırakmak kadar âli ve gıbta olunacak bir şey yoktur. Ruhunda büyüklük ve yükseklik meyli olan çocuk mutlaka Türk milliyetperveri olur. Her yerde, her vakit ve her işte birinci olmağa çabalar. Yorulmaz, bıkmaz, üşenmez. Vücudunu izcilikle ve idmanla, fikrini bilgi ve fenle, ruhunu milli mefkûre ile kuvvetlendirir. Bilgisiz bir kuvvet ve cahil kafa altında sağlam bir vücut hiç bir işe yaramıyacağı gibi, mefkûresiz bir ilim, mefkûresiz bir ilim, mefkûresiz âlim de hiç bir işe yaramadıktan başka Türklük cemaatine tarif olunmaz zararları dokunur.

  Ey Türk çocukları! Siz hem kuvvet, hem bilgi, hem de mefkûre sahibi olunuz. Büyük muvaffakiyetleriniz nâ^mınızı tarihe geçirecek ve sizi bu fani hayatın fevkindeki o edebi ve ölümsüz hayata nail edecektir.

Ömer Seyfettin

14 Nisan 2012 Cumartesi

ATTİLA


  Bütün dünya tarihini yakından ilgilendiren ve herkes tarafından da kendi isimleriyle tanınan çok az insan vardır. İşte, dünya milletlerinin büyük bir kısmının bildiği ve özellikle Avrupa halklarının çoğunun millî kahramanı, bir bölümünün efsanelerine ve hattâ destanlarına kadar giren bir kişidir, Attila.

  Dünyadaki bir kısım tarihçi için yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük hükümdarları arasında hiç şüphesiz Attila ve Çingiz Han’ın yerleri bambaşkadır. İkisi de sadece mensup oldukları milletlerin tarihlerinde ve kültürlerinde etkili olmayıp; dünyanın aşağı-yukarı yarısına yakın bir topluluğun kaderinde söz sahibi olmuşlardır. Hususiyetle M.S. 5. yüzyılda gerçekleşen Hun akınları ve Attila’nın Avrupa’daki faaliyetleri bugünkü Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Tarihte “Kavimler Göçü” diye de anılan bu hareket sonucunda, yer-yüzünden birçok halk kalktığı gibi, yeni yeni devletler ve toplulukların da zuhur etmesi söz konudur.

   M.S. 400’lerde Hun başbuğu Yuldız (Uldız) Kagan, her iki Roma’yı da baskı altına almaya başlamış; Roma içten içe kaynar iken isyanlar ve kargaşa da alıp başını gitmişti. Yuldız Kagan karşısında düzensiz ve korkak bir düşman olmasını istemediğinden Roma’ya yardım ederek, isyancılardan temizledikten sonra, 409’da Tuna’yı geçip Trakya’da Doğu Roma’nın umumî valisiyle barış imzaladı. Kaynakların bildirdiğine göre; Yuldız bu görüşmelerde “güneşin battığı yere kadar her tarafı zaptedebileceğini” söylüyordu.
 
   420 sıralarında Hunların başında çok değerli dört kardeş bulunuyordu. Bunlar: Rua (ki bu isim Türkçe bir kelimenin Lâtin kaynaklarına bozularak geçmesidir), Muncuk, Ay-bars ve Oktar. İşte Attila, bunlardan Muncuk’un oğludur. 434 senesinde amcası Rua ölünce hanlık makamına o oturdu. Çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk asilzadesiydi. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddî bir talebi olmamış; bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra her ne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde ölmüştür.

   Başbuğ Attila 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen andlaşmaya göre; Bizans hiç bir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı.

  Attila da tıpkı dedesi Yuldız gibi, Roma’ya iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada yardımda bulundu. Birçok yabancı kavmi Türk hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Dünyanın tek efendisi hâline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast plânladılar. Attila’nın nezdine giden bir elçilik heyetine sokulan bir casus Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı kaydedilmektedir) isimli bir Türk durumu öğrenince, bunu Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır.

  Bundan sonra Başbuğ Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifini kabul ettiğini bildirerek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz.

  Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde hareket eden Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma ordusunu Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle mağlup etti. 452’de Po Ovasına daldı. Hattâ bir korku ve telâş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya yolladılar. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sâsânî İmparatorluğuna gelmişti.

   Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenerek, ortadan kaldırıldı. Böylece Hrıstiyan dünyasınca “Tanrı’nın Kırbacı” diye de anılan, dünya tarihinin en büyük hükümdarlarından birisi yok edilmiş oldu. Fakat bugün Attila, Çingiz, Kanunî vs. gibi hükümdarların korkusu hâlâ sürmektedir. Bir gün yeniden Türklerin arasından böyle kahramanlar çıkarak Batıyı yüz üstü süründüreceğine inanıldığından, daima Avrupalı, Türk dünyasına karşı temkinli davranmaktadır.

  Bir zamanlar kendilerine dünyayı dar eden Türk ırkına gün göstermemek ve uyuyan kurtu uyandırmamak için el birliğiyle çalışmaktadırlar. Ama Atsız Beg’in dediği gibi; “Attila’nın kanı halâ içimizde”. Türk’ün, bir gün yeniden kök söktüreceği günler yakındır Romalının torunlarına! 

TÜRK-ŞAD

  “SİZ çevreye korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz?” İşte bu söz 576 yılında Türk ülkesini ziyarete gelen Bizans elçisine, Türk asilzadesi Türk Şad tarafından söylenmiştir. Bu kahraman Türk beyi hiçbir şeyden çekinmeden hem dost görünen, hem de düşmanca tavırlar sergileyen Doğu Roma’yı böyle itham ediyordu.

  Türk Şad, büyük bir ihtimalle Kök Türk Devleti’nin kurucularından İstemi’nin oğlu, Tardu Yabgu’nun da küçüğüdür.

  Mo-kan Kagan zamanında bilindiği üzere, Kök Türk Kaganlığı dışa açılma ve dünya siyasetine yön verme bakımından oldukça faal idi. O, Devletin doğu kanadında hem Çin’i kontrol ediyor, hem de amcası İstemi vasıtasıyla batıdaki olayları yönlendiriyordu. 6. yüzyılın bu sıralardaki en mühim hâdiseleri Ak-Hunların ortadan kaldırılması dolayısıyla, Türk-İran ve Türk-Bizans ilişkileridir. İlk önce Doğu-Batı arasındaki “İpek Yolu”nu kontrol etme meselesi yüzünden İran ile Kök Türkler anlaşınca, yine orta çağların önemli bir Türk devleti olan Ak-Hunlar (Avarlar) tarihe karışmış; ancak Ak-Hunların sahip olduğu toprakların paylaşımı hususunda Sasanîler uzlaşmak istemeyince de, Kök Türk Kaganlığı ustaca bir diplomatik atak yaparak, Sasanîlerin batısındaki Doğu Roma ile anlaşıp, bu devleti kıs kaç arasına almayı düşünmüştü. Bu maksatla 6. asrın ikinci yarısında Türklerden Bizans’a, Bizans’tan da Kök Türk Kaganlığına karşılıklı heyetler gelip gitti.

  Bu sırada Türk Şad’ın, babasının emrinde, Hazar-Aral sahasında bulunan Ogurları idare ettiğini sanıyoruz. Yani Hazar ve Bulgar Türklerinin atalarına başkanlık yapıyordu. Bizans İmparatorluğu Kök Türk ülkesine evvelâ 568 tarihinde Zemarkhos adlı bir görevlinin idaresinde elçiler yollamış; bu gelenler İstemi Yabgu tarafından ordugâhında kabul edilerek Sasanîlere karşı bir ittifak meydana getirilmişti. Türk tarihi ve kültürü için çok önemli olan, Bizans elçilik heyetinin notları daha sonra yayınlanmıştır. Bu notlarda Türk sosyal hayatı çok renkli bir şekilde anlatılmaktadır. Yukarıdaki siyasî faaliyetler neticesinde, 571 yılında Sasanî-Bizans çatışması başladı. Bu savaşlar aşağı-yukarı yirmi yıl kadar devam etti. Böylece İran da, Kök Türk Kaganlığını küçümsemenin cezasını çekmiş oldu.

  Doğu Roma, Türklerden gelen başka bir heyete mukabil de 576 senesinde ikinci bir sefir grubunu Valentinos’un başkanlığında Kök Türk ülkesine gönderdi. Kök Türklerden kaçan Avarlar, Bizans İmparatorluğu sınırlarında bulunuyorlar ve onlarla müzakereler yapıyorlardı. Bizans elçisi Valentinos 576’da, Aral Gölü bölgesinde Türk Şad tarafından karşılandı. Türk Şad, Bizans’ı Kök Türklerin düşmanı olan Avarları himaye etmekle ve kılıçlanarak değil, atların ayakları altında karınca gibi ezilerek öldürülmeyi hak eden bu kavme barınacak yer vermekle suçluyordu. O sözlerine şöyle devam ediyordu: “Siz etrafa korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz? Benim şu parmaklarımı ağzıma sokup-çıkarmam gibi (on parmağını ağzına sokarak). Romalılar siz, bizi aldatmak için aynı kolaylıkla on türlü dille konuşursunuz. Hilelerinizle bütün milletleri aldatmak istiyorsunuz. Onları uçurumun kenarına sürükleyip orada bırakıyorsunuz! Ellerindeki mallarını alıyorsunuz. Onların yıkıntısından siz faydalanıyorsunuz. Sizin ve gönderdiğiniz adamların bizim gözlerimizi korkutmaktan başka bir düşünceleri yok. Bunu saklamıyorum. Çünkü yalan söylemek Türklerin âdeti değildir. Sizin imparatorunuzdan öç alacağım. Bir taraftan bana barıştan söz ederken, diğer yandan benim düşmanım olan Avarlarla ilişki kuruyorsunuz. Fakat bilmiş olunuz ki, bunlara karşı atlılarımı gönderdiğim zaman yalnız kamçı sesleri onları dağıtmaya yeterli olacaktır. Biraz karşı koymaya kalkışacak olurlarsa yok edilecekler, karınca gibi atlarımın altında ezileceklerdir. Kafkas’tan başka yol olmadığını bana söylemeniz boşunadır. Gidip, sizin ülkenizde savaşmak düşüncesinden beni çevirmek istiyorsunuz. Fakat ben Dneper, Dnestr, Eber nehirlerini bilmez değilim. Kölelerim Avarların Roma İmparatorluğu’na girmek için izledikleri yolu tanırım. Sizin güçleriniz hakkında da bilgim var. Bütün dünya doğudan batıya kadar bana tabidir. Alan ve Utirgur halkları o kadar cesaretleriyle beraber Türklerin yenilmez ordularına karşı koyamamışlardır”.

  Valentinos, Türk Şad’ı sakinleştirmeye çalıştı ve biraz teskin olan Türk Şad babasının ölümünden dolayı matemde olduğunu, bu gibi durumlarda Türklerin yaptığı üzere sakallarını traş etmeleri gerektiğini, Romalılara söyledi. Maalesef bu sırada İstemi Yabgu ölmüş bulunuyordu (576). Bu olaydan kısa bir süre sonra Türk orduları Kırım’ı zaptettiler, fakat az bir zaman sonunda buradan çekilmek zorunda kaldılar.

   İşte, çağının en güçlü devletlerinden birisi olan Bizans’a kafa tutan Türk Şad böyle bir kişidir. Yani sözünü esirgemeyen, ölmekten ve öldürmekten çekinmeyen bir deli kurt. Maalesef akıbeti hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız Türk Şad, Hazar çevresinin Türkleşmesinde önemli vazifeler görmüş bir Türk büyüğü olarak tarihe geçmiştir. 

 
Yrd.Doç.Dr. Saadettin Gömeç

ALİBEY HÜSEYİNZADE

                                                     
  Mensubu olduğu milletin sevgisini yüreğinde taşıyan insanların yaşadığı coğrafyanın hiçbir önemi yoktur. Milletin geneli veya bir parçası sıkıntıya düşmüşse eğer, milliyetçi kişi dünyanın öbür ucunda da olsa oraya ulaşıp, elinden gelen çabayı gösterir. Yüce Türk milletinin Türkçüleri de böyledir. Bulundukları ülke ve topraklar neresi olursa-olsun, Türk’ün yaşadığı herhangi bir yerde problem varsa, onu düzeltmek için yola çıkar, başını ortaya kor. Oraya gidemiyorsa, olduğu yerden, uzaktaki kardeşleri için elinden ne geliyorsa yapmaya çalışır. Yok buna da gücü yetmiyorsa, zorda kalan soydaşları için gece-gündüz Tanrı’ya dua eder. İşte Türkçüler bu özelliklerinden dolayı farklıdır.

  Azerbaycan’ın kahraman evladı Alibey Hüseyinzade’yi büyük yapan da böyle bir karaktere sahip olmasıdır. O, Anadolu Türklerinin en zor zamanlarında yanlarında bulunarak, onların mücadelelerine bilfiil katılıp, destek verdi. Bu suretle Türk tarihinin unutulmaz Türkçü ve Turancıları arasındaki yerini almıştır.

  Çeşitli eserlerde ve makalelerde adı Hüseyinzade Alibey veya Alibey Hüseyinzade diye de anılan bu Türk yiğidi, 1864’te Azerbaycan’ın Salyan kasabasında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Azerbaycan’da tamamladıktan sonra doktor olmak gayesiyle İstanbul’a gitti ve 1889’da Askeri Tıbbiye’ye girdi. Buradan başarı ile mezun oldu ve eğitim aldığı kuruma profesör yardımcılığına atandı. Fakat aslen Azerbaycanlı olması ve bu Türk yurdunun Osmanlı Devleti sınırları haricinde bulunması sebebiyle, işine son verilmesi durumu ortaya çıkınca, 1903 senesinde Azerbaycan’a geri döndü.

  O, Türk dünyasının içine düştüğü kötü durumu hazmedemiyor, bundan kurtulmak için ne yapmak gerektiği yolunda devamlı kafa yoruyordu. Azerbaycan’da bulunduğu bu yıllarda fikir hareketleri içinde yer aldı. Zaten bu sıralarda Rusya’da da işler iyi gitmiyordu. Muhteşem Rus çarlığı bir avuç Japon karşısında büyük bir hezimete uğramış, bu yenilgi Rusya’da Bolşevik (sosyalist) düşüncelerin kök salmasına vesile olmuştu. Hem Türkiye, hem Azerbaycan, hem de Rusya’nın değişik yerlerinde yaşayan Türk milliyetçileriyle irtibata geçen Alibey, bu sayede Türkçü fikirlerini daha da olgunlaştırdı. Önce 1905’te Hayat Mecmuası’nın, arkasından da Füyuzat gibi dergilerin yayınlanmasında önayak olan Hüseyinzade Alibey, buralarda; Türkler için tek çıkar yolun ilim ve fende ilerlemeye bağlı olduğunu ve ayrıca Türklerin birlik içinde hareket etmelerinin gerekliliğini savunuyordu. Dolayısıyla bu iki dergi Hayat ve Füyuzat Türk aydınlama tarihinde son derece önemli bir yere sahiptir.

  İşte Hüseyinzade Ali Bey bu çalışmaları sırasında Türk dünyasında ilk defa, aşağı-yukarı kendinden sonra bütün Türklerin ortak şiarı haline gelecek olan “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak” düsturunu ortaya koydu. Bu düşünce o kadar taraftar buldu ki, buna binaen pek çok ilim ve fikir adamı bu üç ilke çerçevesinde çalışma yollarını aramaya başladı. Aslında genç Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan’ın kuruluş aşamasında da bu ilkelere bağlı kalındığını görmekteyiz.

  Kalemiyle Türklüğün yolunu aydınlatmaya çalışan bu kahraman Türk evladı, Rus çarlığının her türlü baskısına rağmen, değişik yerlerde ve zamanlarda toplanan fikir önderlerinin de arasına katılıyor, kendi görüşlerini buralarda dile getiriyordu. Türkiye’deki Türkçülük akımının da mimarlarından olan Hüseyinzade Ali Bey Macar Turancılar için yazdığı;

“Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan,
Ecdadımız müştereken menşei Turan”
derken, 20. yüzyılın son büyük fikir adamlarından Nihal Atsız yıllarca sonra, belki de ondan da etkilenerek, Rusların 1956’da Macaristan’a girmesi sebebiyle kaleme aldığı şiirinde;
“Akıttılar yine kara toprak üstüne,
Kahraman Macarlar şanlı Turan kanını”
diyordu.

  Nihayet Türkiye’de II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan siyasi ortamda çalışmak üzere tekrar İstanbul’a geldi. O da biliyordu ki, Osmanlı Türkiyesi ve Türkleri kalkınmadığı müddetçe diğer Türklerin yabancı baskılardan kurtulması mümkün değildi. Bunun için hep bir elden Türklüğün Batı emperyalizmi karşısındaki en güçlü savunucusu Türkiye Türklerinin yeniden diriltilmesi gerekmekteydi. Özellikle Rus baskısından kaçan diğer Türk milliyetçilerinin de gayretiyle, İstanbul’da bütün Türk dünyasını kucaklayan bir Türkçülük hareketi başladı. O vakte kadar uygulanan politikalar göstermişti ki, ne İslamcılık, ne de Osmanlılık siyasetleri başarılı olamamıştı. Osmanlı Devleti gün geçtikçe kötüye gidiyor, gözümüzden bile kıskandığımız Müslüman kardeşlerimizin hepsi yabancılarla Türklere karşı işbirliği yapıyorlardı. Elbette ki 600 sene hizmet ettikleri bu din kardeşlerinin ihaneti Türklere çok pahalıya mâl oldu. Türkçüler bu kötü gidişatın önünü alabilmek için sınırlar dâhilinde yaşayan Türklerden başkasına güvenilemeyeceğini anlamışlar ve bu yüzden Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları gibi müesseseler vasıtasıyla Türklerin ne yapmaları, nasıl bir strateji takip etmeleri nokta-i nazarından halkı bilinçlendiriyorlardı.

  Tıpkı o da İsmail Gaspıralı gibi, Türk birliğinin ancak dilde birlikle sağlanacağına inanıyor ve bunun için de ortak bir yazı dili oluşturulmasını istiyordu. Bu ortak Türkçenin temeli ise Türkiye Türkçesi esasında olmalıydı. Dolayısıyla Türkiye’de Ziya Gökalp’le başlayan, Mustafa Kemal ile devlet felsefesi haline gelen ve Nihal Atsız’la zirveye ulaşan Türkçülük fikrinin sistemleşmesinde onun büyük emeği vardır.
I. Dünya Savaşının çıkması üzerine Osmanlı Devleti hizmetinde tam bir Türk gibi çalışan Alibey Hüseyinzade, bu harbin sonlarında Azerbaycan Türk Cumhuriyetinin kurulduğunu duyar-duymaz, doğup-büyüdüğü Azerbaycan’a koştu. Bilindiği üzere bu ilk Türk cumhuriyetinin yaşamasına zamanın emperyalistleri izin vermediler. Savaşın galipleri arasında bulunan Rusya, Azerbaycan’a iki yıl kadar sonra (1920) tekrar girdi. Türklerin üstüne çoğunluğu Ermenilerden oluşan Kızılordu birlikleri yollandı. Türklere olmadık hakaretler ve katliamlar yapıldı. Bağımsızlık yanlısı Türkler ile selametin komünizmden geçtiğine inananlar birbirleriyle çatıştı. Sonunda pek çok Türk aydını ve devlet adamıyla beraber Hüseyinzade de yeniden Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldı.

 Mustafa Kemal Türkiyesi elbette ona kucağını açtı ve 1926’da profesör olan Alibey Hüseyinzade, 1931’de emekliye ayrıldı. Türklük ve Turan ülküsü uğrunda geçen bir ömür sonunda, 1940’da hayata gözlerini yuman bu abide şahsiyet, belki de bu mücadelesinin mükâfatı olarak hep Turan ismiyle birlikte anıldı.


Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
 

4 Nisan 2012 Çarşamba

TÜRK YURDU


   Türkçülüğü yaymak üzere 1911 yılında kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nce
24 Kasım 1911’de çıkarılmasına başlanan, fakat onun kısa
sürede kapanması üzerine, bir yıl sonra kurulan Türk Ocağı’nın yayın
organı durumuna geçen düşünce ve ülkü dergisi. O günden bu yana,
yani 97 yıldır, Türkçülük çizgisinden ayrılmayan bir yayın organı olma
niteliğini korudu.
  
  “Türklüğe hizmet etmek, Türklüğe faide dokundurmak” emeliyle yayımlanmaya
bağlanan Türk yurdu, imtiyaz sahipliği ve yönetimi, Mehmet
Emin (Yurdakul) ile Yusuf Akçura arasında birkaç kez el de-
ğiştirdikten sonra, 1917 yılında, 13. cildinden bağlayarak Türk Ocağı-
’nın resmî yayın organı konumunu kazandı.
  
  Yüzyıla yaklaşan yayın sürecinde Türk yurdu; Türk düşünce, sanat
ve toplum hayatında çok etkili oldu. Birçok bilim, düşünce ve sanat
adamının yetişmesine önemli katkılarda bulundu. Gençler için bir ‘okul’
hizmeti gördü. Sonradan ülkenin düşünce, siyaset, ve toplum hayatında
yönetici ve yönlendirici olan pek çok kişinin kişilik oluşumunu yaydığı
düşünce, bilgi, ülkü ve ilkelerle geliştirdi veya pekiştirdi.
  
  Yayın hayatı doksan yedi yılına ulaşmış bulunan Türk yurdu,
yayımını kimi uzun, kimi kısa sürelerde durdurmak zorunda kaldı. Bu
durum, derginin yönetiminde değişikliklere yol açtı. Bu duraklamaları
göz önüne alan Hüseyin Tuncer, derginin geçirdiği” bu duraklama
dönemleri arasındaki serüvenleri ‘7 seri’ içinde ele alır. 

  Ancak, 7. serisürerken derginin Istanbul’dan Ankara’ya nakli sırasında, 
Nisan-Ekim 1989 arasında ortaya çıkan yayın boşluğunu göz önüne alarak Kasım
1989 sayısı ile başlayan süreci, 8. dizi olarak nitelendirebiliriz.
Birinci dizi, 1911-18 yıllarını içine alır. Türk yurdu bu dönemde 25x18
sm. boyutlu ve 15 günlük olarak Istanbul’da yayımlandı. 24.11.1911 /
15.07.1918 arasında, 14 cilt oluşturan 161 sayısı çıkarıldı. Yazı işleri
müdürlüklerini ise Yusuf Akçura ve Mehmet Emin (Yurdakul) ile Celâl
Sahir (Erozan) paylaştılar. Dergi, ülkenin içine düştüğü olumsuz durumlar,
yani I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları, yüzünden 1918’den 1923’e 
kadar yayımını durdurmak zorunda kaldı.
  
  İkinci dizi 1923-1931 yıllarında, Ankara’da çıkarıldı. Bu dönemde yazı
işleri müdürlüğünü, sırasıyla, Cemil Behçet, Enver Kâmil ve Ferit
Celâl (Güven) üstlendiler. Derginin boyutlarında da biri 23x16, öteki
28x21 sm. olmak üzere, iki kez değişiklik yapıldı. Bu yıllar, eski
harflerden yeni harflere geçişin yaşandığı yıllardı ve Türk yurdu 1929’-
dan bağlayarak tümüyle yeni Türk harfleri kullanılarak yayımlandı ve
harf inkılâbına öncülük etti. 1931’de Türk Ocağı’nın kapatılması üzerine
derginin yayımlanmasına, 26. cilt ve 233. sayı ile son verildi.
  
  Üçüncü dizi’yi, Türk Ocağı’nın kapalı bulunduğu 1942-1943 yıllarında
çıkarılan 8 sayılık yayın oluşturur. Türk yurdu’nu o yıllarda, ülkücü bir
Türk Ocaklı olan Dr. Hasan Ferit Cansever öz imkânlarını zorlayarak,
Istanbul’da çıkardı. Bu durum göz önüne alınarak o sekiz sayının dizide
yer alıp alamayacağı sorgulanabilir. Fakat 01 Eylül 1942’de “26. cilt, 1.
sayı” olarak yayımlanmaya bağlanması bu konudaki tereddütleri ortadan
kaldıracak niteliktedir. Fakat, yazık ki bu dizi, hakkı olan kâğıt tahsisi
yapılmadığı için, 01 Ocak 1943’de sona ermek zorunda kaldı. Böylece
derginin toplam cilt sayısı 27, sayıların toplam tutarı 241 oldu.
Dördüncü dizi, 1954-57 yıllarını içine alır. Türk yurdu dergisi, bu
dönemde, -Türk Ocakları’nın yeniden açılmasından beş yıl sonra-
Temmuz 1954’te, aylık olarak, yine Ankara’da çıkarılmağa bağlandı.
İmtiyaz sahibi Ankara Türkocağı adına Halûk Ökeren, yazı işleri müdürü
Aziz Ocakçıoğlu’ydu. Fakat dergi, Kasım 1954’te Ocak Merkezinin
bulunduğu Istanbul’a nakledildi. 

  Haziran 1957’ye kadar imtiyaz sahipliğini Hamdullah Suphi Tanrıöver, 
yazı işleri müdürlüğünü AbdülhakŞinasi Hisar yürüttü. Dizide 29 sayı çıkarıldı, 
toplam sayı 270’e ulaştı.
  Beşinci dizi, iki yıllık bir aradan sonra, Mart 1959’da başlatıldı. Türk
Ocakları Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınması ve Genel Başkanın da
değişmesi üzerine, Türk yurdu orada, boyutu ve iç düzenlemesi
değişmiş, zengin bir içerikle çıkarılmağa başlanmıştı. Bu kez imtiyaz
sahibi Osman Turan, yazı işleri müdürü Emin Bilgiç’ti. Galip Erdem6
de ‘umumî neşriyat müdürü’ olarak görünmekte idi. 27 Mayıs 1960
darbesinin ardından Türk Ocaklarında da yapılan iç darbe sonunda
Genel Merkezin ve tabiî Türk yurdu’nun yönetimleri değişti. Dergi
yönetiminde 1967’ye kadar sıkça değişiklikler oldu ve bu süreçte
aralıklarla çıkarılan sayıların toplamı 344’e ulaştı. Kasım 1967’de ise
yayımı durduruldu.
  
  1970’de başlayan altıncı dizi’de derginin sahibi Osman Turan, yazı
işleri müdürü de Osman Yüksel’di. Türk yurdu’nun 60. yıl dönümüne
rastlayan bu süreçte Ocak 1970’ten başlanarak, ancak dört sayı çıkarılabildi.
Toplam sayılar 348’e ulaştı ve dergi, yeniden, 16 yıl süren bir
suskunluğa gömüldü.
  
  Yedinci dizi 1987’de bağladı. Dergi, Şubat 1987’de, yine aylık olarak,
Istanbul’da çıkarılmağa başlandı. Bu kez sahibi Orhan Düzgüneş,
umumî neşriyat müdürü Reşat Genç, yazı işleri müdürü İstanbul Türkoca
ğı başkanı Cezmi Bayram’dı. İmtiyaz sahibi, umumî neşriyat müdürü
ve yayın kurulu Ankara’da bulunan derginin Istanbul’da çıkarılmasından
kaynaklanan zorluklar göz önüne alınarak yayımı, yeniden Ankara’ya alındı. 
Fakat bu nakil sırasında yeniden yedi aylık bir boşluk oluştu.
  
  Sekizinci dizi olarak niteleyebileceğimiz yeni süreçte Kasım 1987’den
başlayarak yazı işleri müdürlüğünü Osman Çakır üstlendi; 1991 yılında
da Orhan Kavuncu. 1992’de Alâattin Korkmaz umumî neşriyat müdürü
oldu; Kavuncu da yazı işleri müdürlüğünü sürdürdü. İmtiyaz
sahipliğinin 1994’de yeni genel başkan Sadi Somuncuoğlu’ya geçmesi
üzerine, Osman Çakır yeniden yazı işleri müdürlüğüne getirildi. 1995’te
de Mustafa Yılmazer ‘umumî neşriyat ve sorumlu yazıişleri müdürü’,
Süleyman Öğütlü ise ‘yayın koordinatörü’ oldu. İmtiyaz sahipliği 1996’-
da Necati Gültekin’e, 1998’de Nuri Gürgür’e geçti; O yıl Çağatay Özdemir
umumî neşriyat müdürlüğüne, Osman Çakır yazı işleri müdürlü
ğüne getirildi. Ocak 1998’den bağlanarak dergide birtakım kurullar
oluşturuldu: Yayın, bilim ve danışma kurulları. Ocak 1999’da derginin
‘umumî neşriyat müdürlüğü’nü Necmeddin Sefercioğlu üstlendi. 2000
Haziranında Çağatay Özdemir ‘Genel yayın müdürü, Necmeddin
Sefercioğlu da, Osman Çakır’ın yerine ‘yazı işleri sorumlu müdürü’
oldu.
  8. dizi dönemi Türk yurdu’nun en istikrarlı dönemini oluşturdu. Yirmi
yıldır yayımı aksamadan, birçok önemli özel sayılar da çıkarılarak,
sürdürülüyor.
  Bu sekiz yayın dizisi boyunca, Türk yurdu’nda yüzlerce ünlünün ve
ünlü adayı gencin yazıları yayımlandı. O dizilerin yazarlarını burada
vermek, kitapçığın kapsamı yönünden imkânsızdır. Dizilerde yazıları
çıkan yüzlerce yazarın tam bir dizimini öğrenmek için, Fethi Tevetoğ-
lu’nun Türk kültürü dergisinde 1988 yılında yayımlanmış bulunan
“Türkçü dergiler” başlıklı yazı dizisinin “Türk yurdu”na ayırılmış bulunan
ve kimlik ayrıntısı 1. dipnotunda verilen bölümlere bakılmalıdır:

28 Mart 2012 Çarşamba

GENÇ KALEMLER (1911-1912)

 
  “On beş günde bir çıkar … edebî, ilmî mecmua”. 1911’de Manastır’da
çıkarılmağa başlanan, sonradan yayımı Selânik’te sürdürülen
Hüsün ve şiir adlı derginin devamıdır. O derginin adı 9. sayısında
Genç kalemler’e dönüştürüldü ve yayını 1-9 numarası ile ve sayfa
numaraları da 81’den başlatılarak sürdürüldü. Önceleri edebî ağırlıklı
olarak çıkan Genç kalemler; bu değişimden sonra, Ömer Seyfeddin’in
yazdığı “Yeni lisan” yazısı ile “sade Türkçe” akımının öncüsü oldu, Ziya
Gökalp’in yazı ailesine katılması ile de “Türkçü” bir nitelik kazandı.
Nesimî Sarım yönetiminde çıkan dergide, Ziya Gökalp, Ömer Seyfeddin,
Ali Canip (Yöntem) düşünce yazıları, hikâyeleri ve şiirleri ile
etkili olurken, Âkil Koyuncu, Ali Naci (Karacan), Celâl Sahir (Erozan),
Edhem Hidayet, Enis Avni (Aka Gündüz), Faik Ali (Ozansoy), Fazıl
Ahmed
(Aykaç), Hamdullah Suphi (Tanrıöver), Hüseyin Dâniş (Pedram),
Hüseyin Nâmi, Hüseyin Siret (Özsever), Hüseyin Suad (Yalçın),
İsmail Neşat, Kâzım Nâmi (Duru), M. Zühdü, Mustafa Halûk,
Raif Necdet, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Şahabeddin Süleyman,
Tahsin Nahit
(Duru), Tevfik Fikret, Yûnus Nadi (Abalıoğlu) da
yayınına katkıda bulunanlar arasında idi.

  Genç kalemler’in yayını 4 ciltte tamamlandı.Derginin yeni Türk
harflerine döniştürülmüş basımı Türk Dil Kurumu’ca gerçekleştirildi.

22 Mart 2012 Perşembe

KIRIM


Buna "Yeşil ada" derler, yüce maali Çatırdag,
Bunın bir tarafı çöldir, bir tarafı bagça bag.
 
Kelir suvlar yaylalardan, ne güzeldir boyları,
Altın aşlık tarlaları, kozuları koyları.
 
Öter kuşlar saba-akşam, olur yazda gülistan,
Er ne taraf göz idersen altın aşlık, bag-bostan
 
Pek güzeldir ab-avası, yay ve cay, cay ve yay,
Şeerlernin eskileri - Karasuv, Bagçasaray.
 
Dop-dolu edi halkımızla Yeşil ada bir zaman,
Az degildi yurtumızda Manla-Batır, karaman.
 
Zeval keldi, yurt bozuldu, kaç ve köç aldav ile,
Gitti halklar, keldi yadlar başka al ve dil ile.
 
Unutmanız çocuklarım, Kırım sizin vatandır,
Saip olunuz bu vatana çalışıp edep ile.
 
Buna "Yeşil ada" derler, yüce maali Çatırdag,
     Bunın bir tarafı çöldir, bir tarafı bagça bag

    İSMAİL GASPIRALI

TÜRKLÜK DAİRESİ


  Dil, ırk ve kültür bakımlarından üç Türklük dairesi vardır: Gerek coğrafi vaziyet, gerek nüfus bakımlarından aralarında çok mühim farklar bulunan bu büyük dairelerin birbirleriyle en fazla ihtilat ettikleri saha Türkiye'dir. Türk milliyetinin bundan evvel bahsettiğimiz tek ve müşterek tarifini tavzih için bunları sıra ile gözden geçirmeyi zaruri görüyoruz:
 
  1- (Dil dairesi) : Yeryüzünde Türkçe konuşan insanların hepsi Türk ırkından değildir: Muhtelif ırklarla muhtlif kültür dairelerine mensub oldukları halde sırf dil bakımından Türkleşmiş bazı Şark ve Garb unsurları da bu daireye dahildir; bunların içinde bir çok Mongoloidlerle bir takım İrani unsurlar bulunduğu gibi, son zamanlara kadar gazeteleriyle kitablarını bile Yunan ve Ermeni harfleriyle Türkçe yazan Karamanlı Rumlarla bazı Ermeniler de vardır; bütün bunların ana dilleri Türkçe'dir; hatta ötedenberi Rusya'nın Ekaterinoslav ve Kırım taraflarına yerleşmiş sekiz bin kadar Karamanlı Rum kütlesi hala Türkçe konuştuğu için, anadil istatistiklerinde bunlar da Türk tasnifine girmektedir. Fakat buna mukabil, Türkçe'yi anadillerinin yanında ikinci bir dil olarak konuşan "bilingue=çifte dilli" hristiyan ve Yahudi unsurları pek tabii olarak bu tasnife alınmamaktadır. İşte bundan dolayı dil dairesini bir ırk dairesi gibi görmek ve göstermek katiyyen doğru değildir.

  Yukarıda bahsettiğimiz üç Türklük dairesi içinde nisbeten en sağlam istatistikler işte bu dil dairesine aid olmakla beraber, bunların mühim bir kısmı Rus menbalarıyla resmi vesikalarına istinad ettiği için, şimdiye kadar neşredilen rakamların hakikati tamamiyle ifade etmedikleri ve hatta ekseriyetle birbirini nakzettikleri de unutulmamalıdır: Bu halin en bariz misalini Fransız Türkologlarından Jean Deny'nin Rus müellifleriyle resmi istatistiklerine istinad eden rakamlarında görebiliriz: 1921'de çıkan "Grammaire de la langue turque" ismindeki kıymetli eserinin 7.inci sahifesinde Türk dil dairesinin nüfusunu 1897 Rus tahririne istinaden 29,409,352 gösteren müellif, o tarihten üç sene sonra 1924'te Melillet'nin riyaset ettiği bir ilim heyeti tarafından neşredilen "Les langues du monde"un "Türk dilleri" faslını yazarken gene aynı istatistiklere istinad ettiği halde 30,331,960 rakamını esas ittihaz ederek birincisinden bir milyon kadar farklı bir yekun göstermiş ve bir taraftan da gene aynı eserin 196.cı sahifesinde bu yekunu az görerek bazı şahsi istidlallerine istinaden 39 milyona çıkarmıştır! Fakat bütün bu hesaplarda Anadolu ile Balkan yarımadasında Türkçe konuşanların mecmuu ancak 10 milyondan ibaret gösterilmektedir: Halbuki yalnız şimdiki Türkiye hududları içinde resmen tespit edilen hakiki miktar 30 milyondur; fazla olarak Deny'nin Rus istatistikleri bundan tam yarım asır evveline aid olduğu gibi, kendisinin 1924'te yaptığı 39 milyon hesabından sonra da 23 sene daha geçmiştir; son harbin Türk dil dairesi üzerindeki tesir dereceleri henüüz tamamiyle malum olmamakla beraber, herhalde bugün yeryüzünde Türkçe konuşların yekunu 60 milyondan aşağı olmamak lazım gelir; Lisaniyat haritalarında bu büyük kütle Tuna'dan Baykal havalisine kadar yayılmış gösterilmekte ve Yakut dili de bundan ayrı olarak Siberya'nın şimalişarkisinde geniş bir dil adası şeklini almaktadır.

 2- (Irk dairesi) : Türk ırkı hakkındaki tetkikler henüz kati bir netice vermiş olmaktan çok uzaktır; etnoloji ve antropoloji sahalarında hala bir çok büyük ihtilaflara tesadüf edilir. Bununla beraber üzerlerinde umumiyetle ittifak edilen bazı mühim noktalar da yok değildir: Mesela yukarıda bahsettiğimiz dil dairesinin bir ırk dairesi olmadığından ve Türkler Mongoloidlerin ırk itibariyle birbirinden ayrı olduğunda artık umumiyetle ittifak edilmektedir; onun için lisaniyat sahasında Türk dairesine giren Yakut zümresi, antropoloji sahasında tasnife girmeyerek mongoloid sayılır! Buna mukabil Çin'de, Hindistan'da, Suriye'de, Irak'ta, Balkanlar'da, şimali Afrika'da ve hatta Sumatra'da anadillerini unutmuş bir takım ırk Türkleri vardır; hatta bunların bir çokları antropolojik menşelerini henüz tamamiyle unutmamış vaziyettedir. İşte bundan dolayı ırk dairesi için vazih bir nüfus rakamı göstermek imkanı yoktur. Muhakkak olan nokta, dil dairesinde muhtelif ırklarla kültürler tespit edilmesine mukabil, ırk dairesinde de muhtelif dillerle kültürlere tesadüf edilmesidir: Yalnız bu yabancı unsurlarla kültürler ana kütleye nisbetle mahdud olduğu için, her iki dairenin müşterek hakim unsuru ırk ve dil Türklüğüdür.

 3- (Kültür dairesi) : "Kültür" kelimesinin ilmi manası halk arasındaki umumi manasından büsbütün başkadır; etnograflar arasında "Culture=Kültür" demek, cemiyet hayatının maddi ve manevi tezahürlerinin mecmuu demektir: Adet, anane, itikad, kıyafet, mimari, aile, hukuk, cemiyet teşkilatı, sanat, askerlik vesaire gibi şeylerin mecmuu bir kavmin "kültür"ü sayılır. İşte bu bakımdan dünya bir takım "Cycles culturels=Kültür daireleri"ne ayrılmaktadır: Lisaniyat sahasında "dil" ve antropolojide "ırk" ne ise, etnografyada da "kültür dairesi" işte öyle bir tetkik unsurudur. Her dil bir takım "lehçe"lere veyahud her ırk bir takım "tali ırk"larla "millet"lere ayrıldığı gibi, her "kültür dairesi"de "cultures" ve "facies culturels" isimleriyle bir takım tali ve daha küçük dairesine mensubudur: Fakat bütün göçebe cemiyetler gibi eski Türkler de daha ilk devirlerden itibaren yayıldıkları coğrafi sahalara göre ikinci derecede bir takım küçük kültür daireleri teşkil etmişler ve bilhassa Garba doğru gelip "İslamoide" denilen Müslüman kültür dairesine girdikten sonra eski pastoral ve askeri türelerinin İslam esaslarıyla ihtilalatından dolayı yeni bir muhtelit kültür çevresi kurmuşlardır; Selçuki sultanlarının saraylarında bu kültür ihtilatının bazan tezada benzeyen çok tuhaf tecellilerine bile tesadüf edilir: Mesela İslamiyet'teki içki yasağına rağmen sultanların huzurunda Türk türesince kurulan kımız meclislerine Selçuknamelerde İrani tabiriye "Bezm-i Cem" denilmesi bu kabildendir. Bihassa Oğuz Türklüğünün Anadolu fethinden itibaren Bizansla çok sıkı bir temas halinde bulunması ve pek az sonra ilk Haçlı seferlerinden itibaren de "Occidentaloide" denilen Garb kültür dairesiyle harb ve sulh münasebetlerinin başlaması Türkiye Türklüğünü "Pastoral", "İslamoide" ve "Occidentaloide" kültürlerinin halitasi denilebilecek çok vazih bir tali daire haline getirmiştir: Bu tali dairesinin coğrafi vaziyeti kara kültürüne deniz kültürünün de inzimamını temin etmiş olduğu için, Türkiye Türklüğü ile diğer Türk kolları arasında bu bakımdan da bir fark hasıl olmuş demektir.

  Türk aleminde din kültürü bakımından bile tam bir vahdet yoktur: Bütün Türklerin takriben yüzde doksano müslüma olduğu halde hala Şamani, Budist, Ortodoks, Gregoryen ve Yahudi dinlerinde bir hayli Türk olması tıpkı dil ve ırk dairelerinde olduğu gibi kültür sahasında da nisbi bir manzara ihtilafına sebeb olmaktadır: Fazla olarak bilhassa Osmanlı imparatorluğunun üç kıta üzerinde asırlarca süren hakimiyeti Türkiye kültür daireisni Arap, Balkan ve Kafkas sahalarına da yaymış olduğu için bu tali daireye Türk olmayan unsurlar da muhtelif nisbetlerde girmişler demektir; bütün bu memleketlerde bugün hala Türk kültürünün silinmez damgaları vardır.

  Yukarıdanberi gözden geçirdiğimiz bu üç türlü Türklük dairesinin en bariz hususiyetleri hududlarının ayrılığında ve hiç birinin tek başına bir milliyet mi'yarı ittihazına imkan olmamasında gösterilebilir: Çünkü dil dairesinde muhtelif ırklarla muhtelif kültürlerin ve kültür dairesinde muhtelif dillerle muhtelif ırkların mümessilerini unutmuş ve ecnebi kültür dairelerine girmiş Türk unsurları ihmal edilmeyecek yekunlar teşkil etmektedir: Türk milliyetinin tek ve müşterek bir tarifini yaparken bunların hepsine birden istinad etmek zarureti işte bu karışık vaziyetin pek tabii bir neticesidir. Türk alemi, işte bu üç dairenin her üçüne birden mensub olup hem antropoloji, hem lisaniyat, hem etnoğrafya sahalarındaki Türk tasniflerine girebilen insanlardan mürekkeptir: Umumi ve müşterek bir ideal ancak bunlar arasında kurulabilir.

  Bu büyük Türklük içinde bir de Türkiye Türklüğü vardır: Kültür dairesinin izahında gördüğümüz gibi Türkiye Türklüğü pastoral-islamoid temellere dayana umumi kültür dairesinin içinde hususi bir kültür cephesi "facies" teşkil etmiştir. Tek ve müşterek bir millet tarifi yapılırken dokuz asırlık ayrı bir vatan, bir devlet ve ayrı bir tarih esaslarına istinad eden bu tali dairenin vatan birliği, tabiiyyet birliği ve tarih birliği gibi milli ve mahalli hususiyetlerini ihmal etmek, bütün Türk aleminin merkezi olan en ileri kültür çevresinin müstakil devlet mahiyetini hesaba katmamak demektir: Zaten bu esaslar, ileride teşekkül edebilecek diğer Türk devletleri için de hayat şartları mahiyetindedir. İşte bundan dolayı Türk milliyeti ırk, dil, din, kültür, vatan, tabiiyyet, ideal ve tarih birlikleriyle birbirine bağlo insanlardan mürekkep tabii bir kütle ve daha doğrusu bir tabiat mahsulü demektir: Bu tabii bağlardan herhangi birini veyahut bir ikisini koparan kimse Türklükten ayrılmış olur; mesela din ve tabiiyyet değiştirip protestan mezhebiyle Amerikan tabiiyyetini kabul etmiş bazı ırk ve dil Türklerinin ana milliyetle artık hiç bir alakaları kalmamıştır. Bizim milliyetimizin en büyük ruhi ve manevi kuvveti işte bu hususiyetindedi.

 İsmail Hami DANİŞMEND - Türklük Meseleleri

21 Mart 2012 Çarşamba

Arslanbek Sultanbekov - Dombra (TRT TÜRK)


TÜRK DÜNYASINDA NEVRUZ

TÜRK DÜNYASINDA NEVRUZ
Prof. Dr. Erman Artun


       
Nevruz, Türk dünyasında, ortak kültürel değer olması yönüyle önemli bir yere sahip olup, Türklük dünyasında ve Anadolu’da ortak inanmalarla, ortak heyecanlarla yüzyıllardır Türk kültürüne özgü özelliklerle kutlanılmaktadır. Milletleri meydana getiren temel ögelerden en önemlisi kültür dediğimiz maddi, manevi değerlerdir. Nevruz’un dayandığı kaynakların ve bu kaynaklara bağlı olarak oluşan pratiklerin değerlendirilmesi gerekmektedir.

        En ilkel dönemlerden itibaren insan içinde doğduğu çevre de dahil olmak üzere , varlığın sırrını, oluşumun nedenini aramış, bu nedenle inanca bağlı olarak kutsalın ve büyünün temelleri atılmıştır. Doğayı tam çözemeyen ilkel topluluklar onun gücü karşısında onunla barışık olma gereğini duymuş, doğaüstü güçlerden yararlanma yolları aramış, onları yönlendirmeğe çalışıp yaşadığı zorluklara çözüm aramıştır.

        Tarihin ilk topluluklarından beri ay, mevsim yıl vb. değişiklikler törenlerle kutlanmaktadır. Tehlikeli, anlaşılmaz, ürkütücü doğa karşısındaki güçsüz insan, büyüden büyük destek görüyordu (Fischer 1985:37). Taklit, eylem ve toplu katılma doğaya karşı büyüyle korunmadır (Nutku 1985:171). Bu büyüsel bolluk bereket nitelikli dualar zamanla törene dönüşmüş belli zaman ve kurallara bağlanmıştır. Kültür ögelerinde olan bu arayış ve üretilen düşünceler, inanış ve pratikleri oluşturmuştur.

        Ritüel törenlerinin kökenini avcılık dönemlerine kadar götürebiliriz. Avın verimli geçmesi için büyüden medet uman ilkel insan, avladığı avı gezdirerek avının verimli geçmesini istemiştir. Avcı kültüründen tarım kültürüne geçildiğinde tarımda bolluk, bereket için çeşitli törenler yapılmağa başlanmıştır. Ritüel kökenli törenlerde şenlik, büyü, bereket iç içedir. Her ritüel bir sembolden oluşur. Ritüelin eşya, faaliyet, görüntü, olay, saha ve zaman boyutu vardır. Ritüellerin amacı fiziksel deneyim, bir yandan da toplumsal norma, toplumsal yapının dayandığı prensip ve bir dünya ile öbür dünyanın ilişkisine dayanır (Prosic 1976: 33-50).

        Ritüellerde doğa, totemizm kültü, atalar kültüyle karışır (Cajkonovic 1973:287). Ritüeller doğanın bilinmeyen yönlerini simgeler (Kostic 1972:6-11). Çeşitli kültürlerde mevsim değişiklikleri törenlerle kutlanır. İslamiyet öncesi Türk kültüründe bahar bayramı yapılarak kıştan sonra canlanan doğanın sevinçle karşılandığını ve şenlikler düzenlendiğini biliyoruz.

        Bayramlar, kökenlerini grup hayatından alan kollektif bir olgu olarak takvime bağlı günlerde topluluk tarafından paylaşılan ve grup kimliğinin dışa vurulduğu çok amaçlı veya karmaşık yapılara sahip davranış kalıplarını içeren kültürel formlardır. İslamiyet’e geçip İslam kültürünü kabul edenler, birçok eski inanç, gelenek ve ayinlerini yeni dinlerine sokmayı başarmışlardır (İnan 1954:204). Eskiden yapılan ayin, şenlik ve törenler daha sonra semavi dinlere de girerek yeni bir nitelik kazanmıştır. Ayların, mevsimlerin, yılların düzenli geçişleri bunlara bağlı olarak bitkilerin düzenli olarak yeşermesi ve sararması, törenleri belirli bir takvime bağlamıştır.

        Bütün milletlerin kültürlerinde görülen yeni yıl törenleri, yaşama biçimlerine, coğrafyalarına, ekonomik yapılarına, inanç yapılarına uygun koşullarda, uygun zamanlarda çeşitli pratiklerle kutlanır. İnanca bağlanan yeni yıl törenleri, Asya ve Ön-Asya toplumlarında benzer iklim ve coğrafya şartlarında zaman, ad ve pratik benzerliğiyle kutlanmıştır. Temeli dine dayanan benzer veya aynı ögeler, kültürel bir güç olarak karşımıza çıkar. İnanç, büyü, miti besler. Mitler toplumdaki değerlerin geriye dönük modelleridir (Malinowski 1998:152).

        Uygarlığın beşiği olan Anadolu değişik kült, kültür ve inanç sistemlerinin bir sentezidir. Miras bütün Anadolu’ya aittir. Bu ortak kültür mirası bir mozaik değil, bu kültürlerin alaşımı olan Türkiye kültürüdür. Çeşitli kültürler, Anadolu kültür potasında eriyerek bir bütünü, yani Türkiye kültürünü oluşturmuştur. Her etkin kültür, kendi düşüncesine, kendi tavrına ters düşen durumları ya siler ya da özelliklerini değiştirerek kendi bünyesinde eritir.

        Sosyal değerler, tarihi temelden kopmadan çeşitli kurumlar yoluyla belirgin bir şekilde var olan sosyal hayatımızı belirleyen kültür kalıplarıdır (Aksoy 1987:92). Milletler ya da sosyal gruplar şüphesiz belirli sosyo-kültürel değerlere sahiptir. Bu değerlerin bir bölümü iç dinamiklerinden, bir bölümü de etkileşim halinde bulundukları milletler ya da sosyal gruplardan kaynaklanır(Aksoy 1987:15). Bir kültürle ilgili kültür kalıpları, her şeyden önce o toplumun değer ve normlarının damgasını taşır (Türkdoğan 1989:208).

        Anadolu’da doğanın canlanması için oynanan oyunların tarihleri kesin olmamakla birlikte Şubat, Mayıs ayları arasına rastlar. Şubat sonlarına doğru karlar eriyince dağlarda, kırlarda çiçekler açmağa başlar. Bunlar bir anlamda ilkbaharın habercisidir. Yeni yılın, yeni yaşamın simgeleridir. Kış bitmiş, toprak uyanmağa başlamıştır. Çağlar boyu doğa olaylarını çözemeyen Anadolu insanı diğer kültürlerde olduğu gibi bunları insan üstü varlıklara bağlamıştır (Karadağ 1978:58).

        Takvimin olmadığı dönemlerde insanlar hayatlarını temel uğraşma konularına göre düzenlerlerdi. Bunlar; ekin ekme, bağ bozumu, hasat, koç katımı, baharın gelmesi, tabiatın canlanması vb. gibi olaylardı. (Genç 1995:15). Nevruzun geniş bir coğrafyaya yayılmış olması farklı kültürlerce kabul gördüğünü gösterdiği gibi doğrudan hangi kültürden çıkmış olduğu sorununu da beraberinde getirmektedir. Nevruz şenliklerindeki pek çok motif ortak olmakla birlikte her kültür çevresinde farklılıkların görülmesi de doğaldır ( Turan 1998:90). Nevruz çeşitli efsanelerle örülerek çok değişik biçimler almıştır. Nevruz güneşin koç burcuna girdiği, Tanrının evreni ve insanı yarattığı gün olarak da yorumlanır. İslamiyet öncesi bahar kutlamalarını yapan Türkler bu kutlamaları Nevruz adıyla daha sonra da sürdürmüşlerdir.

        Anadolu dışındaki Türklük Dünyası’nda Nevruz’un Kazakistan’da (İbrayev 1996:189), Kırgızistan’da (Karatayev 1995:229 ), Özbekistan’da (Muratoğlu 1996:281), Azerbaycan’da (Nerimanoğlu 1995:125), Doğu ve Batı Türkistan’da ( Nazar 1996:299), Kırım’da (Özkan 1995:173), Yakutlar’da (Kirişcioğlu 1995:16 ), Balkan Türkleri’nde(Dede 1978:123), Yugoslavya Türkleri’nde (Çay 1991:113-114), Kıbrıs Türkleri’nde (Çay 1991:116) kutlandığını öğreniyoruz. Aynı zamanda Türkiye dışında Azerbaycan, Bulgaristan, Kazakistan, Özbekistan gibi Nevruz geleneğinin yaşandığı coğrafyalarda konuyla ilgili çeşitli çalışmalar yapılıp kitaplar yayınlanmıştır. ( Oğuz 1995: 19)

        Nevruz şenlikleri, geniş bir coğrafyaya yayılmış, çeşitli kültürlerde yer almıştır. Bazı toplumlarda mitolojik kaynağa, bazı toplumlarda dini kaynağa oturtulmağa çalışılmıştır. Eski inanç ve kültler, yaşayan inançlarla kaynaşarak devam eder. Nevruz’da bazı yörelerde yapılan kabir üstü törenlerinde helva ve bazı yiyeceklerin topluca yenilmesinin kökeni atalar kültüne dayanır. Nevruz, sosyal ve fiziki coğrafyadaki egemen kültürün yüklediği anlama göre şekillenmiştir. Dolayısıyla her toplum Nevruzu kendi değerleriyle anlamlandırarak milli kültürlerinin bir sembolü haline getirmiştir. Her sosyal grubun kutlama şekilleri Nevruzun içeriğini farklı belirlemektedir. Kültür ögeleri veya sosyal grupları bir diğerinden ayıran maddi ve manevi ögelere yükledikleri anlamlardır. Yeni bir kültür ögesinin doğuşu daima kendisinden önce varolan bir kültüre bağlıdır (Tural 1996:VI-IX). Sosyal-kültürel değerler tesadüfi olarak değil sosyal hayatın gereksinimi olarak ortaya çıkar. Bu değerler tarihi köklerden günümüze gelinceye kadar bizi yöneten ve kalıcılığını sürdüren birtakım kültür ve anlayış birikimidir (Türkdoğan 1983:161).

        Nevruz, çeşitli toplumlarda kendi kültürünün derinliklerindeki bir olayı kaynak göstererek kültür değerleriyle özdeşleştirip sembolleştirerek bayram niteliğinde kutlanılan gündür. Nevruz, çeşitli kültürel ortamlarda farklı bir içeriğe ve anlama sahip olmuştur. Kültürel yayılma yoluyla çeşitli kültürlere girmiş ve benimsenmiştir (Tezcan 1957).

        Hayvancılıkla, tarımla uğraşan topluluklar için kışın bitip baharın gelmesi yapısal, işlevsel ve yeniden dirilişin sembolleşen başlangıcı olan, gece ve gündüzün eşitlendiği, doğanın uyandığı ve dolayısıyla üremenin başlangıcı olarak kabul edilen 21 Mart tarihi pek çok takvimde ve kültürde yılbaşı olarak kabul edilip kutlanmıştır (Çobanoğlu 2000:34).

        Nevruz, birden çok kültürde aynı ve farklı zamanlarda önem kazanıp, Türk ve komşu kültürlerde kutlanmaktadır. Nevruz’u bilinip kutlandığı geniş coğrafyada simgesel ögeleriyle kavramak, zaman ve mekan içinde toplumların ve kültürlerin ona yükledikleri farklı anlamları kavramayı da kolaylaştıracaktır. Bu yaklaşım Nevruz’un mitos yanı kadar ritüel yanının da ortaya konmasıyla gerçekleşebilir (Kutlu 2000:109). İnsanlığın tarihi kadar eski bir olgu olan ritüeller, kökeninde doğaüstü güçlerin yardımıyla insanın kaynakları üzerinde denetim sağlamaya yönelik çabaların bütünüdür. (Özbudun 1997:20).

        Nevruz; bahar ve bereketi, yeni yıl ve yılın başlangıcını çağrıştırır. Nevruz, Türk kültüründe baharı, yaşama sevincini, su ve kutsal arınmayı, yenilenmeyi, uyanan doğa ile birlikte bolluk-bereketi ve üremeyi simgeleyen anlam ve ögelerle yüklüdür. Geleneksel ve toprağa bağlı her sosyal grubun toprakla ilgili baharı, hasadı ve kışa girişi törenlerle kutladığı şenlikler vardır.

        Nevruzun İslamiyet öncesi, İslamiyet sonrası ve günümüz olmak üzere üç boyutu vardır. İslamiyet öncesi Nevruz’un inanç ve pratiklerini şöylece sıralayabiliriz. Nevruz, hayvancılık ve tarıma dayalı toplumlarda üreme ve üretme işlevlidir. Takvim bilgisine dayalı kutlama tarihi vardır. Nevruz, doğayla barışık olma ve onlardan yararlanma dileğine dayanır. Yaratılış ve türeyişe, yeniden doğuş ve doğanın canlandırma inancına ait inanma ve pratikleri vardır. Nevruz ateşinden atlama, günahlardan arınmadır. Ateş kutsanır, doğanın uyanması ateşle kutlanır. Ateş; evreni canlandıran güneşin dünyadaki uzantısıdır . Nevruz ateşi, ritüelin başlamasında önemlidir. Ateş kültü pek çok uygarlıkta aydınlık, kötülükten arınma, temizleyicilik ve bereket - bolluk sembolüdür. Aynı zamanda yakılan büyük ateş toprağın ısınıp uyanması simgesidir.

        Nevruz, İslamiyet sonrası, eski inanç ve pratikleri taşıyarak devam etmiş, yeni kültürde yeni anlamlar kazanmıştır. Nevruz’a İslami olmayan inanç ve pratiklerle, İslamiyet’in kabulü sonrası Anadolu ve Anadolu dışı Türk dünyasında inanılan dini inanışlar ve menkabelerle kutsal kabul edilip yeni anlamlar yüklenerek İslami kimlik kazandırılmıştır. Bunlardan birkaçını sıralayalım. Allah, yeryüzünü 21 Martta yaratmıştır. Nevruz, Hz. Adem’in çamurdan yoğrulduğu, Adem ve Havva’nın buluştukları, Nuh’un gemisinin karaya vardığı, Yusuf Peygamber’in kuyudan kurtarıldığı, Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’i yardığı gün olarak kabul edilmiştir (Kutlu 1990: ). Nevruz, Hz. Muhammet’in peygamber olduğu gün olarak kabul edilmiştir. İslamiyet öncesi, su kültünün Hızır’a, toprak kültünün İlyas’a yüklenmesi tesadüf değildir.

        Alevi- Bektaşi inanç ve pratiklerinde Nevruz farklı anlamlar kazanmıştır. Birkaç örnek verelim. Nevruz; Hz. Ali’nin doğum günü ve halife olduğu gün, Hz. Ali ile Hz. Fatma’nın evlendikleri gün, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in doğduğu gün, Kerbela olayının olduğu gün olarak kabul edilir (Temren 1995: 152-155).

        İslamiyet sonrası Anadolu ve Türklük dünyasında Nevruz’la ilgili yapılan pratiklerden birkaç örnek verelim. Nevruz günü, Nevruz sofrası kurulur, yedi çeşit “s” harfiyle başlayan yemekler hazırlanır. Nevruz kurbanı kesilir, bereket simgesi kabul edilen Hızır ve İlyas’ın, evleri ziyaret etmesi için kapı önüne un serpilir. Nevruz ateşi yakma, ateşin etrafında dönerek çeşitli oyunları oynama gibi uygulamalar da yapılmaktadır.

        Nevruza çeşitli anlamlar yüklenmesi binlerce yıllık süreçte süreklilik kazanmasına neden olmuştur. Günümüzde ilk çıkışı işlevsel olan Nevruz, doğanın çözülebilmesi oranında işlev değiştirerek güncelleşmeğe başlamış ve şenlik şeklini almıştır.

        Orta Asya’dan gelip Anadolu’yu yurt tutan Türkler, göç yollarında kültürleşme yoluyla kültür alışverişinde bulunarak bunları Anadolu’ya taşımışlardır. Taşınan Orta Asya ve göç yolları kültürü yeni yurt Anadolu kültürü ve İslami kültürle yüzyıllar süren kültürleşme sürecinde yoğrularak günümüz kültürünü oluşturmuştur

        Nevruz, toplumsal yaşamda canlandırıcı etkisinin bulunması, geleneklerin sürmesine aracı olması, törelerin kökleşmesini sağlaması yönüyle işlevseldir. Nevruz geleneğini sürdürenler kültür taşıyıcıları olarak görev yapmaktadırlar. Nevruz, halkın ortak duygu ve düşüncelerini dile getiren, Türk kültürünün korunup yaşatılmasında önemli bir yeri olan mevsimlik törenlerimizdendir.

        Bayramlar fertleri bir araya getirir, onlar arasında toplumsal bağları güçlendirir, ortaklıkları pekiştirir. İslamiyet’in kabulüyle birlikte Nevruz’un coğrafi ve tarihi nedenlerinin yanı sıra geniş halk kitlelerince inanılan ve menkabevi nedenlerle kutsal olarak kabul edildiğini görüyoruz. Nevruz, yeni kültürde kutsanmış, bayram olarak kutlanmıştır. Bayram, bir milletin anlamı üzerinde birleştiği gündür.

        Nevruz, ister ayini, dini ritüele dayansın, isterse din dışı bir ritüele dayansın takvime bağlı bir kültür veya folklor olayı olarak toplumu, belli değerler üzerinde birleştirir. Nevruz, her toplumun kendi kültürünün derinliklerindeki bir olayı kaynak göstererek bayram niteliğinde kutlanır. Nevruz, her toplum veya topluluğun kendi kültür değerleriyle özdeşleştirip, sembolleştirerek kutladığı bir gündür.

KAYNAKÇA

Aksoy (Muammer), 1987, Bir Kültür Kodu Olarak TDAD, Ankara.

Cajkanovic (V), 1973, Mit i Religija, u Srba, Beograd.
Çay (Abdulhaluk M.), 1995, “Ergenekon Destanı ve Nevruz Bayramı, Ankara.
Çobanoğlu (Özkul), 2000, “Türk Dünyası Sosyo-Kültürel Bağlamında Nevruz Bayramının Yapısal ve İşlevsel Bakımlardan Halk Bilimsel Çözümlemesi” Uluslar Arası Nevruz Sempozyumu Bildirileri, HAGEM Yayınları, Ankara.
Dede (Abdürrahim), 1978, Batı Trakya Folkloru, Ankara.
Fischer (Ernest) 1985, Sanatın Gerekliliği, Ankara
Genç(Reşat),1995 ,”Türk Tarihinde ve Kültüründe Nevruz” Türk Kültüründe Nevruz Sempozyumu Bildirileri,Ankara.
İnan (Abdulkadir), 1954, Tarihte ve Bugün Şamanizm, Ankara.
İbrayev (Şakir), 1996, “Kazak Folklorunda Nevruz” Nevruz ve Renkler, Ankara.
Karadağ(Nurhan), 1978, Köy Seyirlik Oyunları, Ankara.
Karatayev (Olcay), 1995, “Kırgız Tarihi ve Nevruz” Nevruz, Ankara.
Kirişçioğlu(Fatih),1995, “Sahalarda Bahar Bayramı”, Milli Folklor, Ankara.
Kostic (Petar), 1972, Preklo Znacenje Godisnijih, Obicaja, Beograd.
Kutlu (M. Muhtar), 2000, “Anadolu’da Nevruz Kutlamalarının Ritüel Niteliği”, Uluslar Arası Nevruz Sempozyumu Bildirileri, Hagem Yayınları, Ankara
Kutlu (Mustafa), 1990, “Nevruz” Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, c.VII, Dergah Yayınları, İstanbul.
Malinowski (Bronislaw), 1998, İlkel Toplum, İstanbul.
Muratoğlu (Malik),1996, “Nevruz ve Onun Özbek Halk edebiyatında Terennüm Edilişi” Nevruz ve Renkler, Ankara.
Nazar (Khudai), 1996, “Afganistan Türklerinde (Güney Türkistanlılarda) Nevruz Kutlamaları”, Nevruz ve Renkler, Ankara.
Nerimanoğlu (Kamil V. ), 1995, “Nevruz Geleneği ve Azerbaycan, Nevruz”, Nevruz , Ankara
Nutku (Özdemir), 1985, Dünya Tiyatro Tarihi, İstanbul.
Prosic (Mirjana), 1976, Obredna Praska u Srbji, Teorijsko Hipoteticki, Okvir Za Proucavanje Poklada Kao Obreda Prelaza. Etnološke Sveske I, Beograd.
Temren (Belkıs), 1995, “Bektaşi Geleneklerinde Nevruz Kutlamaları: Kırklar Bayramı”, Folklor/ Edebiyat, sayı:3
Tezcan (Mahmut),1997, “Türk Coşkusunun Simgesi Nevruz”, Türk Dünyası, Ankara.
Tural (Sadık K.),1996, “Yeniden Nevruz, Nevruz ve Renkler, Türk Dünyasında Nevruz”, İkinci Uluslar Arası Bilgi Şöleni, Ankara
Turan(Mustafa), 1998,”Tarihi Kaynaklar Işığında Nevruzun Menşei Meselesi”, Milli Folklor, Ankara.
Türkdoğan (Orhan), 1983, Milli Kültür, Modernleşme ve İslam, İstanbul.
Oğuz (M. Öcal), 1995, “Türk Dünyasında Nevruz Kitapları”, Milli Folklor, c.4, S.25,Ankara.
Özbudun (Sibel) 1997, Ayinden Törene: Siyasal İktidarı Kurulma ve Kurumsallaşma Sürecinde Törenlerin İşlevleri, İstanbul..
Özkan (İsa), 1995, “Tatar ve Uygur Türklerinde Nevruz Bayramında Şiir Söyleme Geleneği” Nevruz, Ankara.

GAZİ GİRAY HAN II - GAZEL


Râyete meylederiz kâmet-i dil-cû yerine
Tûğa dil bağlamışız kâkül-i hoş-bû yerine
 
Heves-i tîr ü keman çıkmadı dilden aslâ
Nâveg-î gamze-i dil-dûz ile ebru yerine
 
Süreriz tîğimizin zevk ü safâsın her dem
Sîm-tenlerle olan lezzet-i pehlû yerine
 
Gerden-i tevsen-i zîbâda kutâs-i dil-bend
Bağladı gönlümüzü zülf ile gîsû yerine
 
Severiz esb-i hünermend-i sabâ-reftârı
Bir perî-şekl sanem bir gözü âhû yerine
 
Gönlümüz şâhid-i zîbâ-yı cihâda verdik
Dil-ber-i mâh-rub ü yâr-i perî-rû yerine
 
Seferin cevri çok ümmîd-i vefâ ile velî
Olduk âşüftesi bir şûh-i cefâ-cû yerine
 
Olmuşuz cân ile billâh Gazâyî teşne
Kanını düşmen-i dînin içeriz su yerine

20 Mart 2012 Salı

TARİHİN TERS YÜZÜ

 
  Çok okumuş, hiç yazmamış nüktedan ve zarif bir dostum dün pek meraklı bir bahis açtı: Tarihin birçok büyük vak'alarını tersine çevirip başka türlü neticelenmiş gibi farzederek eğlenceli mantık oyunları yapmaya başladı; mesela Ankara meydan muharebesini Yıldırım kazanmış ve Timur Osmanlı ordusuna esir olmuş farzedip neticelerini araştırmaya koyuldu: En mühim netice olarak da İstanbul'u Yıldırım Bayezid'e fethettirdi: Şarki Anadolu ile Irak'ı Sırbistan'la Macaristan'ı hep ona istila ettirdi: Bu suretle (Yıldırım) Fatih'in, Yavuz'un Kanuni'nin fütuhatından bazılarını ne kadar evvel yapmış oldu! Dostum bunların mutlaka böyle olacağından kat'i suretle emindi. Sonra birinci ve ikinci Viyana seferlerine temas etti ve bunlardan birinin muvaffakiyetle neticelendiğini farzetti: Mesela Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ihanete uğramayıp da eski Türklerin (Alaman kızıl elması) dedikleri Viyana'yı fethetmiş olsaydı ne olacaktı? Muhayyilesi çok iyi kullanan zeki dostum Türk ordularını Avusturya'dan İtalya'ya indirdi ve eski Türklerin (Rim-Paza kızıl elması) dedikleri Roma'yı tehdit ettirdi; fakat bu muvaffakiyetlerin Osmanlı inhitatını durdurmuş olamayacağını da ilavede kusur etmedi: Ondan sonra Baltacı Mehmet Paşa'nın Pruth zaferine geçti; Sulhü kabul etmeyip de Rus ordusunu imha ve Koca Petro'yu esir etmiş olsaydı, netice ne olurdu? Dostumun kanaatince Rusya mahvolmazdı ama Rus tehlikesi bir müddet önlenmiş olabilirdi. Derken (Waterloo) dan bahse başladı: Müttefikler kazanmayıp da Napolyon galip gelseydi acaba Avrupa mukadderatı ne şekle girerdi? İngilizlerle müttefikleri mücadeleden vazgeçerler miydi? Bu meselede de kıymetli dostum birçok mantık oyunları yaptı.

  En mühim meseleyi en sona bırakmıştı: Hitler muzaffer olsaydı dünyanın hali nice olurdu? Herşeyden evvel bir kere tek parti ve tek şef sistemi bütün yeryüzüne yayılırdı, bütün devletler ister istemez ırkçı kesilirdi! Tabii o takdirde Halk Partisinin vaziyeti çok sağlamlaşmış olacak ve başka partiler türeyemeyecekti! Yalnız bu partinin kendi saflarındaki muhalifler tasfiye edilecekti: Nüktedan dostumun kanaatince bu tasfiyede ırkçılık prensibinden istifade edilecek, Almanya'dan binlerce kafa ölçüleri getirtilip muhaliflerin başları ölçülerek (brekisefal) olmadıkları sabit olanlar Nazi usulünce kamplara doldurulacaktı! Yalnız Bulgaristan'ın vaziyetinde büyük bir değişiklik olmayacak, bu tuhaf komşumuz bugün Rusya namına yaptığını o gün de Almanya namına yapacak, yani ırkçılık gayretiyle çingene sürülerini bizim topraklara sürmekte gene kusur etmemiş olacaktı!

  Herhalde aziz dostumun bu mantık oyunları pek yabana atılacak şeyler değil.

İsmail Hami DANİŞMEND
29.10.1950, Milliyet


Sovyet iktidarları ve Kumuk Türkleri

Dr. Kamil Güler

Dagıstan\' da KUMUKLARA ilgilı (veya karşı) uygulandıgı Ethnosid ve Tehcir politikalar
Giriş
Bildirimizin konusu - Dagıstan da Sovyet iktidarlarının 1920-1980.yıllarda KUMUKLARA ilgilı uyguladıgı Ethnosıd ve Tehcir politikaları. Tabı ki bildirimizde şimdiki postsovyetik politikalara da deginejegiz. Şunu bellirtmemiz lazim: bu konuda saglıklı ve yeterli incelemeler, ancak Sovyet\'lerin kısa ve uzun dönemli hedefleri dikkate alınarak yapılabilir.
Bolşevik ihtilalından sonraki ilk yıllarda genel kalkınma hedefleriyle, Dagıstan ve Küzey Kafkasy\'daki özel amaçlarını belirlediler. Bunlara ulaşmak için, siğstemli bir şekilde, acımasızca sert tedbiler uyguladılar. Şimdi 21.yüzyılın birinci ceyreginde postsovyetik (Sovyet sonrası) dönemde bu politikaların geride bıraktıkları izlerin, ozellikle de bu gayelerin, degerlendirilmesi gerekmektedir.
1. Kumuk Türkleri Sovyet İktidarların hedeflerinde
Dagıstan\'da Sovyet iktidarının kurulmasıyla birlikte Kumuk Türkleri de diğer Kafkasya halkları gibi Sovyet hükümetinin etnik asıllı politika ve uygulamalarına hedef olmuştu. Bu polıtikaların genel amaçı -eskiden beri Kafkaslarda kendiliginden gelen yani dogal tarihsel bir tirkleşme sireçi engellemek ve Rus Dilinde konuşan Sovyet halkını yaratma (şekillendirme) olmuştu. Avrasyacı rus jeopolitik bilgini Nikolay Trubetskoy bolşeviklerin boyle bir genel amaçlarının bu şekilde dile getiriyordu (rusça alinti yapıyorum):
"Вряд ли в интересах России допускать такую тюркизацию Дагестана. Ведь если весь Дагестан тюркизируется, то получится сплошная масса тюрков от Казани до Анатолии и Северной Персии, что создаст самые благоприятные условия для развития пантуранских идей с сепаратистским, русофобским уклоном. Дагестан должен быть использован как естественный барьер на пути тюркизации этой части Евразии" [13].
(Tercinesı: Dagistanın türkleşmesi Rusiyanın faydasına olamaz. Eger Dagıstan türkleşirse, Kazan dan Anadolu ya ve Küzey İrana dek yayılan bir Türk Eli oluşmak mümkündür. Böyle bir takdırde panturanist ayrılıkçılık ve rusofobi idelların geşmesi için en iyi şartlar dogulabilir. Avrasyanın bu bölgesinde Dagıstanı biz Türklügün aleyhinde dogal engel olarak kullanmak zorundayız).
Bu yüzden de - Nikolay Trubetskoy,un fikrince - Bolşevik Rusıyası Kumuk Türklerin aleyinde yanı onların bu bölgedeki hızla gelişmesi ile hakim unsur olarak yükselmelerin engellemek için Avarlar ile Dargileri, Azeri Türklerin aleyhinde ise,- Lezgileri desteklrmek zorundadır. Demek ki onlara karşı yerel mılliyetçiligi körüklendirmekdir.
Bunu yapmak için de ilk olarak Kuzey Kafkasya,da tarih boyu hakimlik yapan ve Kafkasya milletleri sırasında en gelişmiş Türkleri Türk Dünyasından Tecrid etmek ve tarihler boyu onları barındıran anavatanlarına Türk olmayan daglı (Avar, Dargi, Lak ve saire) kavimleri ve hiristıyan milletleri aşırı ölçüde göç ettirerek, kısa ve uzun dönemli perspektifde Rusların \'etnik kazanlarında\' kaynatarak, yani assimile ederek, rusça konuşan "yeni milleti" dünyaya getirmek gerekirdi [3]. Bunu yapmak için Sovyet iktidarları Kumuk Türkleri,ne akraba olan veya tarihden beri onların etki alanında yaşamış olan küçük etnik azınlıklara millet statüsü kazandırılırken, ülkeye dışarıdan yapılan göç akını da hızlandırıldı. 1926 yılında Rusların Dagıstan,daki nüfusu 66 000 ulaşıyordu. En çok göç alan Kumukistan ovaları, özellikle de Anjikala (Mahaçkale) bölgesiydi. 1926 yılında Mahaçkale,nin nüfusu 32 000\'e ulaşıyorduı. Ruslar şehir nüfusunun % 50 oluşturuyordu. Kumukların oranı ise sadece 7.7 idi. Bunlara Tatarları ve azerbaycanları da eklersek bu rakam 25\' e ulaşmaktaydı. 1939 da ise Ruslar,ın Dagıstandaki nüfusu 195 000 varmıştır Mahaçkale şehirdeki oranı %60-65 çivarında idi. Bu rakamın bu denli kabarması goçler sonuçunda gerçekleşmiştir [12] .
2.Kumuklar\'ın bolşevik ihtilal ve İç savaşlar süreçindeki nüfus kayıpları (1917-1922)
Bu konuyu biz sadece teori-hipotez şeklinde incelemeye deginejegiz, çünkü ona ilgili kaynaklar bugüne kadar gizlidir. İlk once Rusiya ve Dagıstan da 1880-1926, 1939 yıllar arasında yapılan nüfus sayımlara dayanarak bazi fikiler uretebiliriz.
Kumukların nüfusu 1880"de 80.000 olarak tahmin edilmiştir. Aristov bunların 108.320 (1891.de - 108.800) oldugunu yazıyor. N. Marra göre, 1920" da bunları 112.000"ı bulmuşlar idi. J. Deny(Grammaıre de la Langue Turque. Parıs,1921), Kumuklar hakkında eski kaynaklara dayanarak, 83.000 rakamını vermektedir. Ondan 5 yıl sonra, 1926"da yapılan nüfus sayımı Kumukları 97.000 olarak göstermiştir. W. Bartold (Eİ) ayni yıl için 100.000 rakamını zikrediyor.
Kumuk Türklerinin dahil bulundugu Dagıstan Cumhuriyetinin 1920 nüfusu hakkında gösterilen üç ayrı rakam arasındaki büyük fark göz önünde tutulursa, Kumuk nüfusunun da çok noksan kaydedilmiş oldugu kabul edilebilir. Meselen, 1926 sayımına göre, Dagıstanın umumi nüfusu 800.000 (Kumuklar - 97.000) iken, ayni yılda ıntişar eden Dagıstan cografyası (Б.Ф. Дубровин. География ДССР. М. 1926) bu rakamı 197.734 fark ile, 992.734 olarak göstermiştir.
Halbuki N. Samurskiy (Дагестан. Махачкала.1926) ile İ. Traynin (СССР и национальные проблемы. Tula.1926),ye göre, Dagıstanın 1926"daki nüfusu, resmi istatistikin gösterdiginden 460.000 fazla olmak üzere, 1.260 000 idi.
Kumuk Türklerinin dahil bulundugu Dagıstan Cumhuriyetinin 1926 nüfusu hakkında gösterilen üç ayrı rakam arasındaki büyük fark göz önünde tutulursa, Kumuk nüfusunun da çok noksan kaydedilmiş oldugu kabul edilebilir. Bu hesaba göre, Kumukların da nüfusu 1926 yılı için, en az, 150.000 tahmin edilebilir. Meselen, inguşlar ile çeçenlerin bu dönemdeki nüfus artışları yüzde 50 çivarında sayılır.
Tablo 1
Kumuklar,ın Nüfus Dagılımları ve Artışı
(1880 -1926 yıllar)
1880189118971920/192119261880-1926
nüfus artışı
80 000108 00074 595112 000/83 00097000/100 00020 000
Demek ki, Kumuklar 1918-1921. Yıllarda Dagıstanda ve Küzey Kafkasyada meydana gelen iç savaşlarında, onların sonuçunda, tahminlerimize göre, en azından 50 000 kişiyı kaybedenin görüyoruz. Buna ilgili analitik verilere [10, 11] dayanarak şunu da soyut şeklinde söyleye biliriz. 1902 de Kafkasyadaki Terski oblastnın Hasavyurt, yani Kumuk okrugunda hesaba alınmış kumukların rakamı 31 519 [7]. 1926 yılki resmi nüfus sayımına gore ise - 23 220 idi, yani 15 999 kişiye azalmıştı. Ayni negative sonuçu Kumuk Türklerinin digger bölgelerinde de görüyoruz. Meselen, Dagıstan oblastnın Temir-Han-Şura ve Kaytag-Tabasaran okruglarında yaşayan Kumukların rakamı 1897 de 74 596 ulaşmışken,1926 da ise - 68 179 düşmüşdü. Demek ki, 6 417 kişisini yitirmişti
Tablo 2
Kumuk nüfusunun dagılımı
(1926 yıl)
ŞehirlerKişiOkruglarKişi
Boynakski2 703Avar5
Mahaçkale2 445Andi11
Derbent53Açıkulak59
Dag.Ogni55Boynakski33 163
Kızlar470Mahaçkale18 644
Hasav-yurt807Gunib3
  Dargi16
  Derbent2 360
  Kızlar798
  Kaytak-Tabasaran8 769
  Küre3
  Lak4
  Hasav-yurt23 520
Tümü:6 533Tümü:87 957
1926 ile 1929 yıllar arasındaki negatif durumları da ayni gelişmeyi kaydetmektedir. Kumukların rakamı daha da 736 kişiye azalıyor. Bu rakamlara 1930 yıllarda bolşevik rejimi tarafından uygulandıgı geniş şekildeki repressiyaların neticelerin de göz ardı edemeyiz. Meselen, 1926 yılındaki Rusıyada yapılan nüfus sayımına göre Dagıstanda yaşayan Kumukların genel rakamı 100 000\'ü 1929 yılındaki resmi verilere göre ise - 82075 düşmüştü. Bu rakamlardan anlaşıldıgına göre, geçen yıılarında Kumukların nüfus artişı kesilmekte ve onların rakamı 22 416 kişiye azalmaktadır. Şüphesiz ki, böylece yüksek nüfus kayıplar Sovyet İktidarlarları uyguladıgı ethnosit politikalarin bir somut ve vahşi sonuçu oldugunu görmekteyiz. Kumuklarda nüfus artışı ise sadece 1929-1939 yıllarda geçekleşmekte. Onların rakamı bu yılların içinde 114 194 ulaşmakta ve nüfus artışı 32 119 (28,1%) idi. Ama bu rakamlar 1939-1959 yıllar döneminde yine düştügünü gorüyoruz. Yirmi yıllık dönem içinde Kumukların rakamı 20 806 kişiye artıyor, yani nüfus artışı yüzde 15 -16 çivarındadır. Şüphesizdir ki, bu rakamlar Kumukların 2. Dünya savaş sırasında yitirdigi kayıplar gösteriyor. [7,10, 11,14].
3. Sovyet iktidarları\'nın Dagıstan\'da uyguladıgı ethno-kültürel tecrid politikaları
1917. Rus İhtilalı sonrası Dagıstanünın ethno-kültürel yönden gelişmelerinde iki ozel dönemi ayırtma bilirız. İlk dönemi Türklerin rönesans dönemi dıye tanımlamak mümkündür. Bu ilk döneminde 1923\'de Kumuk Turk dili Dagistan\'da devlet dili olarak resmi dil olarak Kabul edilmişti. Yeni devlet okullannin dili Türkçe oldu. Türk Üniversitesi, Türk Kolleji, Türk okulları hayata başlamıştı.Dagistan\'da Yoldaş: Dagistan fukarası, Maarif yolu adlariyla Tükçe (kumukça) gazeteler ve dergiler cikmaya baslamiştı. Dagistan her yönden bir Türk lider ülkesi olmuştur, tanımlanmıştır ve onun çerçevesinde diger Kuzey Kafkasya Cumhuriyetleri de birleşmiştir. Bu egilimleri hesaba alarak unlü professor Bekir Çobanzade, o dönemde Kumuk Tiükçesinin Kuzey Kafkasya\'daki birleştirici rolü hakkinda yazmistir. Professorun fikrince, eger böyle bir gelişmeler uzatılabilseydi Küzey Kafkasya,ya bir parlak gelecegi hazırlayacakti ve bu bölgede tumu Türkçe konuşan yeni bir siyasi millet yaratılmak mümkündu [5]. Ama 20\'lı özellikle de 30\'lu yıllann sonunda Stalin\'in diktatorlügü nedeniyle milli siyaset, toplum hayatı, sosyo-kültürel durumlar degiştirildi ve bundan ewelki ilereyici gelişmeler durduruldu. Demek ki, bu yıllarda ethno-kültürel politikalarının ve gelişmelerinin temelinden degiştirildıgi dönem başlanmıştır.
Sovyet İktidarları Dagıstanda Türk Milli kültürünün temellerini gizli entrikalarla çürüttü. Böylece Kumuklar ve onlarla tarihler boyu karışmış ve akraba olan kavimler Tirkiye"den hem de diger müslüman dünyasının tarihi literatüründen hem de ilmi mirasından tecrid edildiler. Bunu birkaşyolla başardılar: Eski Sovyetler"in güney sınırları boyunca bir demir perde çekerek ve dışarıdakileri yalanlayartak ve seri alfabe degişimlerine giderek.
Önce Küzey Kafkasya Türki (Çagatay) dilinde asırlardır kullanılan standart Arap (Ajam) alfabesinin yerine reforme edilmiş arap-fars alfabesi getirildi. Sonra 1929 da latin alfabesi,1939*40 yıllarında kiril alfabesinin çeşitli formlari kabul edildi. Çeşitli dialektler ve resmi dillerin herbirisinin yazımı için farklı alfabesi kullanıldı. Kiril alfabesinin kabulü iki önemli sonuç yarattı: birincisi, rusçadan ödünç alınan kelimelrle suni olarak dogan bu yeni diller zenginleşerek, türklerün birbirlerinin dillerini anlamaz hale gelmelerine yol açnı. İkinci olarak da, yeni neslin hem Tirkçe alfabesiyle yazılmış çok sayıdaki edebi mirastan mahrüm olmalarına hem de Sovyetler Birligi dışındaki diger müslüman dünyada yazılan eser ve metinleri anlamamalarına, hatta inkar etmelerine ve eski kültürü bilenleri de modası geçmiş fikirlerle dolu kabul etmelerine sebep olmuştur. Bu durum Dagıstanlıları ve tüm müslüman Kafkasyalıları, genel anlamda dünyanın diger kısmından ve özel anlamda da Türk dünyasından fikir ve kültir açısından tecrid edılmelerine yol açtı. Tirk Üniversıtesi, Türk okulları kapatıldı, "Türk" kelimesi bile yasaklandı.Resmi dil olarak yalnız Rus dili kabüllendi.
Şunu söylemek gerekiyor - 1917-1930 yıllar dönemi Dagıstan ile bütün Küzey Kafkasya da Türk İdeya ve İdelların geniş şekilde real hayatta gerçekleştirildigı demek ki bir Tirk Rönesansın dönemi dıye bellirtmek mimkindindir. Bu dönemde yerel Türk-Kumuk yönetiçilerin (onların lideri Celal Korkmas(ov)dı) etkisi çok yüksekti. Ama böylece gelişmeler Bolşevıklerın amaçlarına aykırı çıkıyordu. Bu nedenle erte ne geç Moskova tarafından sert tedbirler alınajagı bellıdı. Celal Korkmas(ov)un 1931 yılında Dagıstandan Moskovaya çekilerek ve ardından da repressıya edilmesinden sonra DSSR\'da yerel Türk-Kumuk yönetiçilerin etkisi zayıflatıldı. Halbuki pantürkizme karşı hareketler başlatıldı yerel Türk-Kumuk yönetiçileri karşı her türlü suni suçlarla represıyalar yapıldı. 1930\'lı yıllarda Türk Kafkası\'nın kimlik ve düşünce yapısına iki darbe indirildi. Bunlardan, millet kimligi olarak Türk adının yasaklanması, digeri ise Rus Kiril alfabesine geçişidir. Türk Türklük terimler birdenbire resmi yazışmalardan ve beyanlardan kaldırıldaı. Meselen, Yerine sosyal taniyonu yükselten ve dagıstan milletler arasında stratejik kaynakların rekabetine yönelen "milliyetçilik" kavramı getirildi. Bu politikaların tesiriyle 1938 de dagıstan türklerine (terkemelerine) eskı Türk adının yerine \'azerbaycanlı\' ismi verildi. Böylece dagıstan türkleri etnik tarihi geçmişinden tecrid edildi. Böylece Kumukların binlerce yıllık Türk kımligine son verilmekteydi. Bunun yerine cografi bir kimlik;Dagıstanlı adı ikame edilmektedi. Türk adınınn ise "feodal, işgalcı ve istilacı" kimligi ifade etmesiydi. Buna uygun olarak Dagıstanı\'nın tarih,kültür,edebiyat6 ve dil anlayışı da degiştiridi. Kumuk Türkleri ise - eski tarihlerinde \'türkleştirilen lezgiler" (N. Marrın deyimiyle) şeklinde tarif edildi. 1920 yıllarında Nikolay Marr tarafından ortaya adılan teze uygun olarak \'dıl bakımdan zorla türkleştirilmiş lezgiler" kimligi aşılanmaya başlandı. Kumuk Türkleri tarihi geçmişinden tecrid etme politikaları başlandi
Sovyetlerle başlayan Türk Kafkas\'nı Türk şuurundan arındırma sıyaseti sadece madde dengelerle degil, soyut düşunce psikolojik yöntemlerle de hayata geçirilmekteydi. Anlaşılacagı gibi 1930\'lı yıllarda Türk Kafkası\'na , Türk Dagıstanı,na yeni bir toplumsal kimlik ve yapı kazandırmak istenmiş ve bunda da büyük olçüde başarılı olumuştur.
4. Sovyet iktidarları\'nın Dagıstan\'da uyguladıgı tehcir politikaları
Sovyet politikalarının en bariz ve başarılılarından biri, sovyet iktidarları\'nın Küzey Kafakasya,Dagıstan\'da uyguladıgı Sürgün ve Tehcir politikalarıdır.
Sovyet hukumeti tarafından mılletlere karşı uygulandıgı bu baskıcı polıtıkalar Dagıstan tarihinin bir Trajedı sahıfası sayılır [6] 15.10. 1941.de Dagıstandan Kazakistana ilk olarak sürgün edılen mıllet bu yerlere 1880. Yıılarda Austriyadan göç ederek yaşamakta olan Alman koloni mensublarıdır (umumi rakamı *7306 kişi). Bunlardan sonra 23.02. 1944de ise bu yıllarda sayısı 40 bine ulaşan Avuklar yani dagıstan Çeçenleri sürgune ugramışlar. Onların ardı ile sürgüne ugramış olan Çeçenlerin anavatanlarına (Dagıstanda ve Çeçen*İnguş Cumhuriyetindeki) daglı kavimlerden Avarlar ve onlara akraba sayılan kavimler (70 bin kişi) Dargiler 10 bin kişi)9 Laklar 7 bın kişi deportation yani şiddete dayalı göç ettirilmiştir. Bazi kaynaklarların melumatlarına göre şubat-nisan döneminde 1944 de böyle bir sürgün cezası Dagıstan,daki Kumuk Türkleri,ne uygulanmak durumda oldugu bellidir. Kumukları bu cezadan Stalin,in Kafkasdaki kommunist arkadaşı Azerbaycan lideri Mir-Cafar Bagirov kurtarmış oldugu söylenir [2]. Kumuk Türkleri bu dönemde sürgünlerden kurtarılmış olsa da, ama Sovyetlerin tehcir politikalarının sonuçunda çok kayıplara ugramışlardır.
İlk olarak Çeçenleri ve İnguşları surgunünden ıkı ay: balkarları ve karaçayları surgunünden bır ay geçtikten sonra, 12 nısan 1944\'de Çeçenlerden, boşalan topraklara Mahaçkale civarındaki köylerde yaşayan Targu Kumuklarının 10 binlik eski Hazar toplulugu (Targu, Kahulay, Albörügent köylerinin ahalisi) kendi topraklarından zorla göç ettirildi. Çeşitli cephelerde savaşan ve savas sırasında oğlunu, eşini kaybedenler, Kızılordu\'nun açtığı ekonomik yardım kampanyasına katılanlar dahil, herkes sıddet tedbırlere tutulmuştur ve goc edilmiştır. Yaşlı, kadın ve çocuk farkı dahi gözetilmeden tüm Targu Kumuklar,ın halkı bır hafta surecin icinde sürgününden önce Cecenler yasadıgı köylere önce askeri araçlara doldurarak götürülmüştu. Kumuklar,ın kendi toprakları ise idari bir kararname uyarınca Gunib ilçesindeki Avarlara, Dargilere, Laklara verildi. Targu Kumukları Çeçenlerin dönmesi üzerine kendi anavatanlarına yerel iktidarlardan izin almadan dönmişlerdir. Bu sebepden olsa mümkündür, 50 yılldır onların kurdugu "Anji" komitesi talep etmiş oldugu anatoprakları her türlü bahanesiyle mülk yesılerine geri verilmemektedir [4]. Halbuki, 1994 de Dagıstan,ın yeni suni demokrasi, gerçekde ise komünist kökenli resmi iktidarlarının kararnamesiyle bunların anavatanlarına sürgün öncesi Çeçenlerin sayılan eski Avyh kasabasında yaşayan Laklar göçürülmek aşamasında. Bu da Dagıstan,da etnık tansiyonu yükseltmekte ve milletler arasındaki çatışmalara yol açmakta.
1957 yılında Çeçen-İnguşların sürgün yerlerinden Kafkasya\'ya dönmeleriyle birlikte Çeçen-İnguş Özerk Cumhuriyetinin yeniden kurulmasıyla, Dağıstan\'a verilen 6 bölge Çeçen-İnguş\'a iade edildi. Bunun üzerine güney Dağıstan\'dan Avarların bir kısmı küzeyde Kumukların anavatanları olan Hasavyurt, Kızılyurt, Babayurt bölgelerine göç ettiler. Bu bölgeye aynı zamanda Dargi köyleri de göç etmişti. Sürgünden dönen Çeçenlerin bir kısmı ile birlikte Lak, Avar ve Dargiler dt ovalık bölgedeki eski Kumuk köylerine yerleştiler. Böylece ovalar önceden tek etnik grup olan Kumukları barındırırken, karışık etnik grupların bir arada yaşadığı yerler halini aldı. Etnik gruplar arasında yayla, su, otlak konularında çıkan anlaşmazlıklar etnik çatışmaya dönüşmeye başladı.
1960\'lı yılların sonunuda Güney Dağıstan\'daki Lezgi, Avar, Dargin, Tabasaran gibi halklara mensup dağ köylüleri Dağıstan ovalarının ekolojik şartları gözardı edilerek Kumuk bölgesine yerleştirildiler. 1970\'li yıllarda dağ köylülerinin ovalarda yerleşimi önceki yıllara göre nispeten düşük ölçüde devam etti. Dağıstan\'da iç göç sebebiyle dağlar ıssızlaşırken ovalarda nüfus aşırı derecede arttı ve etnik gruplar arasında etnik problem ve çatışmalar baş göstermeye başladı.
1958-1988 yılları arasında dağ köylerinden ovalara göç edenlerin sayısının altı kat artması (bazi kaynakların veilerine göre, Kumuklar,ın anavatanlarına göç ettirilrn daglıları sayısı 300 binn aşmaktadır) Kumuk ve Nogay Türklerinin hayat kaynaklarında sıkıntı yarattı. Verimli topraklarda göçmen kasabalarının kurulması bu toprakların verimlilik oranını azalttı [9]
Sistemli bir şekilde devam ettirilen göç hareketleri neticesinde Dağıstanın başkenti Mahaçkala\'da Avarların ve Dargıların çoğunlukta olması cumhuriyetin politik ve ekonomik yönetiminin de bu halkların mensuplarının ellerinde toplanmasına yol açmıştır. Dargı ve Avarların Kumuk arazilerini işgal etmeleri Kumuklarla Avarlar arasında etnik çatışma tehlikesine yol açmıştır. Bu olay aynı zamanda Avarlar ile Dargıların etno-politik birliğinin oluşmasını sağlamıştır. Laklar da bu etno-politik birliğe girmişlerdir. Böylece Avar, Dargı ve Lakların toplumsal ekonomik çıkarlarının birleşmesi ve cumhuriyetin iktidar mekanizmasının bu üç etnik grubun elinde toplanması bu etnopolitik birliğin Dağıstan\'da egemen bir tabaka oluşturmasını sağlamıştır.
Bir zamanlar Kuzey Dağıstan ovalarının ve Hazar denizi kıyılarının hakim etnik grubu olan Kumuklar 1990\'lı yılların başlarında kendi bölgelerinde % 22 oranında bir nüfusa sahip azınlık durumuna düştüler. Sovyetler Birliği döneminde yöneticilerin dağlık bölgelerden büyük ölçüde Avar, Lak ve Dargı nüfusunu Kumuk arazilerine yerleştirmeleri Kuzey Dağıstan\'ın etnik kompozisyonunda geri dönülmez bir karışıklığa yol açmış ve etnik çatışmalara zemin hazırlamıştır [16]. Ekilebilir arazilerinin yarısını kaybeden Kumuklar şehirlere göç etmek zorunda kalmışlardır. Bugün Dağıstan\'ın şehirli nüfusu içinde Kumuklar önemli oranlarda yer almaktadırlar. Kumuklar Dağıstan halkları arasında şehirleşme oranı en yüksek etnik gruplardan biridir. Buna rağmen güçlü bir etnik kimliğe sahiptirler.
Etnik gruplar arasındaki gerilim sebebi ise Sovyetler Birliği döneminde Moskova\'nın Dağıstan\'da uyguladığı yanlış göç ve toprak politikasıdır. Tarih boyunca birlik ve beraberlik içinde oldukları gözlemlenen Dağıstan halkları Sovyetler Birliği\'nin dağılmasıyla birlikte etnik çatışma tehlikesinin içine girmiştir.
Bunun için tesadüfi degildir ki, Kumuklar,ın Tenglik (Eşitlik) hareketi Dağıstan\'da ve Kafkasya\'da önemli bir siyası hareket halini almıştır. Kumukların arazi bütünlüğünün elde edilmesi ve korunması için Tenglik Dağıstanı halkların eşit hukuklu federasyonu biçiminde kurmayı en geçerli çözüm yolu kabul etmektedir [8]. 2000.li yıllardan etibaren hem Dagıstan, hem de Rusiya,da İlim alanında ise en etkili teşkilatlardan "yeni kumuklar,ın" kurdugu Kumuk İlim ve Kültür Kurumu (rusça - KNKO). sayılır Bu teşkilat Kumuklar,da Türk şuurun geliştirmesine, kumukoloji alanında Kumuklar,ın tarihin, dilin, kültürün ve günümüzdeki sorunların araştırmasına büyük bir katkıda bulunmaktadır. Son vakitlerde "genç Kumuklar,ın" kurdugu ve "Dayanışma" dıye adlandırdıgı halkın hakklarını savunan bir diger teşkilat da siyasi sahneye çıkmaktadır.
Kafkasya tarihinde ve kültüründe mühim rol oynamış olan Kumuk Türkleri günümüzde de Dağıstan toplumları arasındaki önemli konumlarını korumaktadırlar. Kumuklar,ın anavatanları ise patlamaya hazir durumdadır
Sonuç olarak şunu da söylemek isterim, Dünya Türklüğünün bir Lider Ülkesi olan Türkiye Cumhuriyeti, Kumuk Türklerinin güven duygusunu daha da artırmaktadır. Eğitim, kültür, sanayi, ekonomi, siyasi ve askeri alanlarda daha da ileriye giderek 21. Yüz yılın hatırı sayılır birkaç dünya ülkesinden biri olması dileğimizi burada tekrar diliyoruz. Kendilerini, iki binli yıllara damgasını vuracak TÜRK DÜNYASININ ayrılmaz parçası olarak gören Kumuk Türkleri, haklı davasında kardeşlik ve dayanışma duyguları içinde her zaman ve her yerde, hangi şartlarda olursa olsun yok olmayacak ve varlığını sürdürecektir".
Son Notlar
[1] Aliyev Kamil, "Kumukların Tarihi ve Günümüzdeki Sorunlan" // Avrasya Etüdleri, II/2, Ankara 1995, s. 69, 70, 71
[2] Aлиев К. Как Багиров заступился за кумыков // газета "Тенглик". 1991. Март. №4(7).
[3] Алиев К. Проблема происхождения кумыков в советской идеологии и историографии // КНКО: Вести. Вып. № 5, 2001, Махачкала.
[4] Алиев Ю. (в соавторстве). Беспамятство смерти подобно. Махачкала.2010.
[5] Dç.Dr.Alıyev K. Türk Dili ve Kültürünün Kafkaslar,daki Rolü // 2.Uluslararası TÜRK KÜLTÜRÜ KURULTAYI. Fethiye. 03*05 aralık 2009. S.33-37.
[6] Ибрагимов М.-Р.А. Депортации населения Дагестана в 1941-1944 гг. // Алиев Ю. (в соавторстве) Беспамятство смерти подобно. Махачкала. 2010. С.5-21.
[7] Кавказский календарь на 1902 г. С.124
[8] Кумыкское народное движение. Материалы и исследования. Сост. комментарии. К.М. Алиев. Махачкала.1996.
[9] Османов А.И. Аграрные преобразования в Дагестане и переселение горцев на равнину (20-70-е годы ХХ в.). Махачкала.2000.
[10] Районированный Дагестан (административно-хозяйственное деление ДССР по новому районированию 1929 г.). Махачкала.1930.
[11] Республика Дагестан. Административное устройство, население, территория (60-е годы XIX в.- 90-е годы XX в.). Махачкала 2001.
[12] Русское население Дагестана . Махачкала, 1996. C. 4-5.
[13] Трубецкой Н.С. О народах Кавказа (1925) // Трубецкой Н.С. Наследие Чингисхана,- М.: Аграф, 2000. С.472-480. 148.
[14] Хашаев Х. М. Общественный строй в Дагестане XIX века. М. 1961.
[15] Prof.Dr. İsmail Mehmetov. Türk Kafkası\'nda Siyaset ve Etnik Yapi. İstanbul. 2009.
[16] Doç. Dr. Ufuk TAVKUL. KUMUK TÜRKLERİ. Tarihleri, Sosyal Yapıları ve Dilleri Üzerine Bir İnceleme // Kırım Dergisi, 13 (50), 2005, 29-39.ss.