23 Nisan 2012 Pazartesi

TATANG-FU (ÇİN SINDIĞI) SAVAŞI (MÖ 201)


Mete (Mao-tun) döneminde gerçekleşen Tatung-fu Savaşı, Türk askerlik ve strateji dehasının en önemli örneklerindendir. Babası Teoman'ın yerine Hun Devleti'nin başına geçen Mete Han, kısa sürede devlet yönetimi ve askerlik alanlarında gösterdiği başarılarıyla imparatorluğunu güçlendirmiş ve gözünü Çin'e çevirmiştir.

Mete Han, Çin'e karşı askerî bir harekâta girişmeden önce Çin'in kışkırtmalarıyla hareket eden Tunghuları ve Yüeçileri kendi boyunduruğu altına almıştır. Kuzeye ve güneye doğru genişleyerek 26 hanlığı Hun ülkesine katmıştır. Çin sınırına yakın tarlaları ektirerek Çin'i kuşkulandırmadan lazım olan yiyecek ihtiyacını tamamlamıştır. Ordusunu daha da büyüten Mete, ıslık çalan oklar diye bilinen oklarla ordusunu donatmıştır.


Kalabalık Çin ordusuna karşı yapılacak bir harekâtın çok iyi planlanması gerekiyordu. Mete Han'ın planı şöyleydi: Uzun mesafeli, yorucu yürüyüşler yerine; başlangıçta temas kuracak kadar ilerlemek, daha sonra kaçar gibi yaparak geri çekilmek ve düşmanını harekât üssünden uzaklaştırarak kesin sonuçlu bir muharebeyle düşmanı yok etmek. Mete Han'ın asıl ordusu geride, Çin ordusunu çekmek istediği Tatung-fu güneyindeki Sankan-Ho Nehri havzasının arkasındaki dağlarda saklanacak ve diğer küçük bir birlik de Çinlilerle gerçek bir muharebeye girmeden geri çekilecekti. Kış ayları geldiği için Çin İmparatorunun Hunlar üzerine saldırmama olasılığı da vardı. Bu durumu da düşünen Mete Han, ilk olarak Maye şehrine saldıracak ve bu şehrin idaresinde bulunan Han Kralı Tisi'yi kendi yanına çekmeye çalışarak Han Kralı ile Çin İmparatoru Kao-Ti'nin arasını açacaktı. Böylelikle Han Kralına duyacağı öfkeyle Kao-Ti'nin savaştan kaçması muhtemel gözükmüyordu.


  Sonbaharın sonuna doğru Tiyanşan Dağları'ndaki yığınağından hareket eden Mete Han'ın ordusu, Çin sınırını aşmıştır. Bir kol; kuzeyden inen yolları gözetmek, Mete'nin harekât üssünü ve asıl ordunun yan ve gerilerini korumak için Tatung'a gitmiştir. Asıl kol da Han Krallığının merkezi Maye şehrini sarmıştır. Han Kralı bu durum üzerine İmparator Kao-Ti'den yardım istemiştir. Fakat bu kadar hızlı bir kuşatma harekâtının olamayacağını düşünen imparator, Mete ile Han Kralının anlaşmış olabileceğinden şüphelenerek yardım etmemiştir. Yalnız kalan Han Kralı, Hunlar ile anlaşmak zorunda kalmış ve ordusunu Mete'nin ordusuna katmıştır. Böylece Mete'nin planlamış olduğu Çin imparatorunu kışkırtma durumu gerçekleşmiştir. Han Kralını Çinliler üzerine salan Mete, krala Çinlilerle kesin bir çarpışmaya girmeden geri çekilme emrini vermiştir.


Sayısı 120 bini aşan birinci ordusunun başında olan İmparator Kao-Ti, Singan-Fu yönünde Han Kralı Tisi'nin ordusunu durdurmuş ve kuzeye doğru kovalamaya başlamıştır. Geri çekilen birlikler, kesin bir muharebeye girmedikleri için yıpranmamış ve Çin ordusu Mete'nin asıl ordusunun olduğu yere doğru çekilmiştir. Çinliler akın kollarını Hansin Geçidi'nde sıkıştırmış, İmparator Kao-Ti bu başarı üzerine Hun ordusunu tamamen dağıtabileceğini düşünerek daha süratli ve hırslı bir şekilde saldırmıştır. Fakat kış şartlarının ağırlaşması ve saldırıdan sonuç alınamaması üzerine askerler umutsuzluğa kapılmışlardır. Kao-Ti, Mete'nin ordusuna iyice yaklaştığını düşünerek Mete'ye elçiler göndermiştir. Mete, asıl ordularını saklamış ve elçileri yanıltmak için yaşlı ve hasta insanları toplayarak onları Hun askerleri gibi tanıtmıştır. Elçiler Kao-Ti'ye verdikleri raporda, Hun ordusunun zayıf ve bitkin olduğunu söylemişlerdir. Kao-Ti, Hunları geriden kuşatmak ve Tatung'a ulaşmak için hareket etmiştir. Bu, Mete'nin planladığı durumdur. Tatung Ovası'na giren 120 bin kişilik Çin ordusu, bir anda çevredeki yamaçlardan gelen 40 bin kişilik Türk askerleriyle karşı karşıya kalmıştır. Mete, askerlerini dört birliğe ayırmış ve her birliğe farklı renkte doru atlar vermiştir. Muharebe tamamlandığında Tatung Ovası'nda koca bir ordu imha edilmiş ve Çin imparatoru kaçarak Peteng Kalesi'ne sığınmıştır. Bu zafer sonunda Çin imparatoru, Mete'nin şartlarını kabul ederek anlaşma yapmak zorunda kalmıştır. Buna göre; Çin prenseslerinden birisi Hunlara gönderilecek ve Çin her yıl vergi verecekti.

Tatung-Fu Muharebesi, Türk askerinin kendisinden sayıca üstün kuvvetlere karşı verdiği savaşlardan sadece biridir. Toplamda 240 bini bulan Çin ordusuna karşı 48 bin Türk askerinin göstermiş olduğu başarı, dünya harp tarihinde Tatung-Fu Muharebesi'nin önemini ve Türk askerî zekasının üstünlüğünü ortaya koymaktadır.

17 Nisan 2012 Salı

MİLLETLER BİRBİRLERİYLE NİÇİN HARBEDERLER?


  Uzvî varlıklarda hayat ve nişanesi nasıl büyümek, açılmak ise içtimai varlıklarda da ayniyle öyledir. Yaşayan milletin başlıca seciyesi nüfusça, medeniyetçe, ticaretçe servetçe ve mefkûrece büyümek ve genişlemektir. Büyümek ve genişlemek seciyesi az yahut zayıf olan milletlerin üzerine çullanırlar, memleketlerini zapdederek içtimai varlıklarına nihayet verirler...

  "İçtimaiyat" ilmi müsbet usuller ve derin tetkikler neticesi olarak daha taayyün etmediği zamanlarda bir çok alimler, hatta filozoflar milletlerin içtimai ruhiyetlerini sezemiyorlar hakikaten çok uzak felsefeler yapıyorlardı. Onlara göre harp fena idi. Vahşilik idi. Barbarlıktı. Sözde bir gün bütün insanlar kardeş olup barışacaklardı. İçtimai hakikatleri içine alamayan zihinlerin hacmi pek küçüktü. Ve muharebenin asıl en doğru sebeplerini bilemedikleri için kendilerinden bir takım hayali sebepler uydururlar, mesela, hükümdarların hırslarını, şan şeref arzularını esaslı amillerden biri sanıyorlardı. Halbuki hakikatte muharebe, milletlerin başlıca hayat nişaneleri olan büyümek ve yayılmak seciyeleri arasındaki içtinap olunamaz bir çarpışmadan başka bir şey değildir. Milletler tabii hayatlarını yaşadıkça muharebe en zaruri ve mutlak bir hadise idi.

  İçtimai müesseselerini ferdler üzerindeki mehip tahakkümünü duyamayan evvel zamanın masum ve şair filozofları "Beni adem aza-iyi yekdigerend, Milletim nev-i beşerdir, vatanım ruy-i zemin" diye hakikatı ihmal etmişler, kendilerinin marazi duygularını hep sahih sanmışlardır. Bu gaflet Avrupa'da "Antimilitarizm, Antipatrıatizm- Vatan ve askerlik aleyhtarlığı" gibi münasebetsiz ve manasız cereyanların doğmasına sebep olmuştur. Fakat daima içtimai hakikat galebe çalmış, fertlerin hususi nefret ve feryatlarına rağmen milletlerin büyümek ve zayıflamak seciyeleri birbirleri ile çarpışmış, muharebeler birbirlerini takip etmiştir.

  Muharebe içtimai bir müessesedir, İlim ve fen ne kadar terakki ederse etsin milletler ve yine milletlerden teşekkül eden zümreler içtimai hayatlarını sürdürdükçe esasi seciyeleri olan büyümek ve yayılmak arzusu da yaşayacak ve bunun neticesi olarak harp de yaşatan ve kuuvet veren bir müessese halinde payidar olacaktır.


Ömer Seyfettin

15 Nisan 2012 Pazar

BİR ÇOCUK NASIL MİLLİYETPERVER OLUR?


1- Konuştuğu Türkçeyi sever. Konuştuğu lisanı yazar. Ve bu güzel İstanbul Türkçesi'ni herkese öğretmeğe çalışır.

2- Dini gibi milliyetini de sever ve mukaddes bilir. Türklüğün aleyhinde bulunanlara karşı Türklüğü müdafaa eder. Milliyetine lakırdı söyletmez. Türklüğün dünyadaki milletlerin hepsinden daha necib ve cesur olduğunu hatırdan çıkarmaz. Hangi milletten olursa olsun Türkçe öğrenip Türk milliyetine karışan muhacirlere tıpkı eski kan kardeşi imiş gibi muamele eder.
 ça
3- Her fırsatta Türklüğü medheder, Türklüğe kıymet verir. Her fırsatta Türk tarihini, Türk cihangirlerini, Türk alimlerini anar.

4- En büyük cihangirlerden çıktığı gibi İbni Sina ve Uluğ Beğ gibi en büyük alimlerin de Türk milletinden geldiğine iman eder.

5- Herşeyden evvel Türk tarihine vukuf peyda eder. Türklüğe dair yazılan edebi ve fenni şeyleri diğer mütalaalara tercih eder.

6- Askerlik, tüccarlıki sanatkarlık, memurluk, hasılı hangi meslek için hazırlanırsa hazırlansın en başta gelen emeli, Türklüğe, Türk mefkûresine hizmet etmek olur.

7- Şahsi hayatının fani, fakat milliyetinin, Türklüğünün edebi olduğunu aklından çıkarmaz. Herkes mezara girecek ve ölecektir. Tarihe giren kahramanlar ölmezler. Milletlerinin kalbinde yaşarlar. Milliyetperver olmak isteyen her çocuk da nasıl olursa olsun iyi bir nam ile Türk tarihine girmeğe çalışır. Dünyada tarihe girip şanlı bir hatıra bırakmak kadar âli ve gıbta olunacak bir şey yoktur. Ruhunda büyüklük ve yükseklik meyli olan çocuk mutlaka Türk milliyetperveri olur. Her yerde, her vakit ve her işte birinci olmağa çabalar. Yorulmaz, bıkmaz, üşenmez. Vücudunu izcilikle ve idmanla, fikrini bilgi ve fenle, ruhunu milli mefkûre ile kuvvetlendirir. Bilgisiz bir kuvvet ve cahil kafa altında sağlam bir vücut hiç bir işe yaramıyacağı gibi, mefkûresiz bir ilim, mefkûresiz bir ilim, mefkûresiz âlim de hiç bir işe yaramadıktan başka Türklük cemaatine tarif olunmaz zararları dokunur.

  Ey Türk çocukları! Siz hem kuvvet, hem bilgi, hem de mefkûre sahibi olunuz. Büyük muvaffakiyetleriniz nâ^mınızı tarihe geçirecek ve sizi bu fani hayatın fevkindeki o edebi ve ölümsüz hayata nail edecektir.

Ömer Seyfettin

14 Nisan 2012 Cumartesi

ATTİLA


  Bütün dünya tarihini yakından ilgilendiren ve herkes tarafından da kendi isimleriyle tanınan çok az insan vardır. İşte, dünya milletlerinin büyük bir kısmının bildiği ve özellikle Avrupa halklarının çoğunun millî kahramanı, bir bölümünün efsanelerine ve hattâ destanlarına kadar giren bir kişidir, Attila.

  Dünyadaki bir kısım tarihçi için yeryüzünün gelmiş-geçmiş en büyük hükümdarları arasında hiç şüphesiz Attila ve Çingiz Han’ın yerleri bambaşkadır. İkisi de sadece mensup oldukları milletlerin tarihlerinde ve kültürlerinde etkili olmayıp; dünyanın aşağı-yukarı yarısına yakın bir topluluğun kaderinde söz sahibi olmuşlardır. Hususiyetle M.S. 5. yüzyılda gerçekleşen Hun akınları ve Attila’nın Avrupa’daki faaliyetleri bugünkü Avrupa’nın şekillenmesinde önemli rol oynamıştır. Tarihte “Kavimler Göçü” diye de anılan bu hareket sonucunda, yer-yüzünden birçok halk kalktığı gibi, yeni yeni devletler ve toplulukların da zuhur etmesi söz konudur.

   M.S. 400’lerde Hun başbuğu Yuldız (Uldız) Kagan, her iki Roma’yı da baskı altına almaya başlamış; Roma içten içe kaynar iken isyanlar ve kargaşa da alıp başını gitmişti. Yuldız Kagan karşısında düzensiz ve korkak bir düşman olmasını istemediğinden Roma’ya yardım ederek, isyancılardan temizledikten sonra, 409’da Tuna’yı geçip Trakya’da Doğu Roma’nın umumî valisiyle barış imzaladı. Kaynakların bildirdiğine göre; Yuldız bu görüşmelerde “güneşin battığı yere kadar her tarafı zaptedebileceğini” söylüyordu.
 
   420 sıralarında Hunların başında çok değerli dört kardeş bulunuyordu. Bunlar: Rua (ki bu isim Türkçe bir kelimenin Lâtin kaynaklarına bozularak geçmesidir), Muncuk, Ay-bars ve Oktar. İşte Attila, bunlardan Muncuk’un oğludur. 434 senesinde amcası Rua ölünce hanlık makamına o oturdu. Çocukluğundan itibaren sıkı bir savaş ve devlet eğitimi alan, amcasıyla beraber bütün savaşlara katılan; demir bilekli, çelik yürekli bir Türk asilzadesiydi. Kardeşi Bleda (bu isim de Türkçe bir adın veya unvanın bozulmuş şekli olsa gerek; belki Boyla?) daha zayıf olduğundan; hükümdarlıkta ciddî bir talebi olmamış; bir süre devletin idaresinde kardeşine yardımcı olduktan sonra her ne kadar Attila tarafından öldürüldüğü söyleniyorsa da; bilinmeyen bir sebeple 445 tarihinde ölmüştür.

   Başbuğ Attila 434 yılında Bizans’a diz çöktürdü. Kostantiniya veya Margus Barışı diye bilinen andlaşmaya göre; Bizans hiç bir surette Türklerin düşmanlarıyla ittifaklara girişmeyecek, Türk yurdundan kaçanlara kucak açmayacak ve her yıl ödediği vergiyi iki katına çıkaracaktı.

  Attila da tıpkı dedesi Yuldız gibi, Roma’ya iç karışıklıklarla boğuştuğu bir sırada yardımda bulundu. Birçok yabancı kavmi Türk hâkimiyeti altına aldı. Doğu Roma’ya, yani Bizans’a 441-442’lerde taarruz ettiği gibi, 447’de Balkanlara ikinci defa yürüdü. Dünyanın tek efendisi hâline gelen Attila’yı Romalılar ortadan kaldırmak için bir suikast plânladılar. Attila’nın nezdine giden bir elçilik heyetine sokulan bir casus Attila’yı öldürmekle vazifelendirildi. Ancak bu heyette bulunan Eçe-kun/Ede-kun (kaynaklarda bu şahsın adı da farklı kaydedilmektedir) isimli bir Türk durumu öğrenince, bunu Attila’ya haber vermiş; o da suikastçilere suçlarını itiraf ettirdikten sonra Roma imparatorunu aşağılamıştır.

  Bundan sonra Başbuğ Attila’nın daha önce kendisine bir nişan yüzüğü gönderen III. Valentinianus’un kız kardeşi Honoria’nın evlilik teklifini kabul ettiğini bildirerek; Roma imparatorluğunda hak iddiasında bulunduğunu görüyoruz.

  Macaristan’daki merkezlerinden 451 senesinde hareket eden Türk ordusu, Galya’ya girdi. Haziran 451 tarihinde Roma ordusunu Attila’nın kuvvetleri “Turan Taktiği”yle mağlup etti. 452’de Po Ovasına daldı. Hattâ bir korku ve telâş başladığından; Papa I. Leo’yu bağışlanmak üzere Romalılar, Attila’ya yolladılar. Artık, her iki Roma da Türk hakanına boyun eğmiş, sıra doğudaki Sâsânî İmparatorluğuna gelmişti.

   Ancak düşmanları Attila’dan kurtulmanın başka bir yolunu buldular. Avrupa’nın en güzel kızlarından birisini ona zevce olarak yolladılar. 453 senesinde altmış yaşlarındayken, Attila bu kız tarafından zehirlenerek, ortadan kaldırıldı. Böylece Hrıstiyan dünyasınca “Tanrı’nın Kırbacı” diye de anılan, dünya tarihinin en büyük hükümdarlarından birisi yok edilmiş oldu. Fakat bugün Attila, Çingiz, Kanunî vs. gibi hükümdarların korkusu hâlâ sürmektedir. Bir gün yeniden Türklerin arasından böyle kahramanlar çıkarak Batıyı yüz üstü süründüreceğine inanıldığından, daima Avrupalı, Türk dünyasına karşı temkinli davranmaktadır.

  Bir zamanlar kendilerine dünyayı dar eden Türk ırkına gün göstermemek ve uyuyan kurtu uyandırmamak için el birliğiyle çalışmaktadırlar. Ama Atsız Beg’in dediği gibi; “Attila’nın kanı halâ içimizde”. Türk’ün, bir gün yeniden kök söktüreceği günler yakındır Romalının torunlarına! 

TÜRK-ŞAD

  “SİZ çevreye korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz?” İşte bu söz 576 yılında Türk ülkesini ziyarete gelen Bizans elçisine, Türk asilzadesi Türk Şad tarafından söylenmiştir. Bu kahraman Türk beyi hiçbir şeyden çekinmeden hem dost görünen, hem de düşmanca tavırlar sergileyen Doğu Roma’yı böyle itham ediyordu.

  Türk Şad, büyük bir ihtimalle Kök Türk Devleti’nin kurucularından İstemi’nin oğlu, Tardu Yabgu’nun da küçüğüdür.

  Mo-kan Kagan zamanında bilindiği üzere, Kök Türk Kaganlığı dışa açılma ve dünya siyasetine yön verme bakımından oldukça faal idi. O, Devletin doğu kanadında hem Çin’i kontrol ediyor, hem de amcası İstemi vasıtasıyla batıdaki olayları yönlendiriyordu. 6. yüzyılın bu sıralardaki en mühim hâdiseleri Ak-Hunların ortadan kaldırılması dolayısıyla, Türk-İran ve Türk-Bizans ilişkileridir. İlk önce Doğu-Batı arasındaki “İpek Yolu”nu kontrol etme meselesi yüzünden İran ile Kök Türkler anlaşınca, yine orta çağların önemli bir Türk devleti olan Ak-Hunlar (Avarlar) tarihe karışmış; ancak Ak-Hunların sahip olduğu toprakların paylaşımı hususunda Sasanîler uzlaşmak istemeyince de, Kök Türk Kaganlığı ustaca bir diplomatik atak yaparak, Sasanîlerin batısındaki Doğu Roma ile anlaşıp, bu devleti kıs kaç arasına almayı düşünmüştü. Bu maksatla 6. asrın ikinci yarısında Türklerden Bizans’a, Bizans’tan da Kök Türk Kaganlığına karşılıklı heyetler gelip gitti.

  Bu sırada Türk Şad’ın, babasının emrinde, Hazar-Aral sahasında bulunan Ogurları idare ettiğini sanıyoruz. Yani Hazar ve Bulgar Türklerinin atalarına başkanlık yapıyordu. Bizans İmparatorluğu Kök Türk ülkesine evvelâ 568 tarihinde Zemarkhos adlı bir görevlinin idaresinde elçiler yollamış; bu gelenler İstemi Yabgu tarafından ordugâhında kabul edilerek Sasanîlere karşı bir ittifak meydana getirilmişti. Türk tarihi ve kültürü için çok önemli olan, Bizans elçilik heyetinin notları daha sonra yayınlanmıştır. Bu notlarda Türk sosyal hayatı çok renkli bir şekilde anlatılmaktadır. Yukarıdaki siyasî faaliyetler neticesinde, 571 yılında Sasanî-Bizans çatışması başladı. Bu savaşlar aşağı-yukarı yirmi yıl kadar devam etti. Böylece İran da, Kök Türk Kaganlığını küçümsemenin cezasını çekmiş oldu.

  Doğu Roma, Türklerden gelen başka bir heyete mukabil de 576 senesinde ikinci bir sefir grubunu Valentinos’un başkanlığında Kök Türk ülkesine gönderdi. Kök Türklerden kaçan Avarlar, Bizans İmparatorluğu sınırlarında bulunuyorlar ve onlarla müzakereler yapıyorlardı. Bizans elçisi Valentinos 576’da, Aral Gölü bölgesinde Türk Şad tarafından karşılandı. Türk Şad, Bizans’ı Kök Türklerin düşmanı olan Avarları himaye etmekle ve kılıçlanarak değil, atların ayakları altında karınca gibi ezilerek öldürülmeyi hak eden bu kavme barınacak yer vermekle suçluyordu. O sözlerine şöyle devam ediyordu: “Siz etrafa korku vermek için on dille konuşan Romalılar değil misiniz? Benim şu parmaklarımı ağzıma sokup-çıkarmam gibi (on parmağını ağzına sokarak). Romalılar siz, bizi aldatmak için aynı kolaylıkla on türlü dille konuşursunuz. Hilelerinizle bütün milletleri aldatmak istiyorsunuz. Onları uçurumun kenarına sürükleyip orada bırakıyorsunuz! Ellerindeki mallarını alıyorsunuz. Onların yıkıntısından siz faydalanıyorsunuz. Sizin ve gönderdiğiniz adamların bizim gözlerimizi korkutmaktan başka bir düşünceleri yok. Bunu saklamıyorum. Çünkü yalan söylemek Türklerin âdeti değildir. Sizin imparatorunuzdan öç alacağım. Bir taraftan bana barıştan söz ederken, diğer yandan benim düşmanım olan Avarlarla ilişki kuruyorsunuz. Fakat bilmiş olunuz ki, bunlara karşı atlılarımı gönderdiğim zaman yalnız kamçı sesleri onları dağıtmaya yeterli olacaktır. Biraz karşı koymaya kalkışacak olurlarsa yok edilecekler, karınca gibi atlarımın altında ezileceklerdir. Kafkas’tan başka yol olmadığını bana söylemeniz boşunadır. Gidip, sizin ülkenizde savaşmak düşüncesinden beni çevirmek istiyorsunuz. Fakat ben Dneper, Dnestr, Eber nehirlerini bilmez değilim. Kölelerim Avarların Roma İmparatorluğu’na girmek için izledikleri yolu tanırım. Sizin güçleriniz hakkında da bilgim var. Bütün dünya doğudan batıya kadar bana tabidir. Alan ve Utirgur halkları o kadar cesaretleriyle beraber Türklerin yenilmez ordularına karşı koyamamışlardır”.

  Valentinos, Türk Şad’ı sakinleştirmeye çalıştı ve biraz teskin olan Türk Şad babasının ölümünden dolayı matemde olduğunu, bu gibi durumlarda Türklerin yaptığı üzere sakallarını traş etmeleri gerektiğini, Romalılara söyledi. Maalesef bu sırada İstemi Yabgu ölmüş bulunuyordu (576). Bu olaydan kısa bir süre sonra Türk orduları Kırım’ı zaptettiler, fakat az bir zaman sonunda buradan çekilmek zorunda kaldılar.

   İşte, çağının en güçlü devletlerinden birisi olan Bizans’a kafa tutan Türk Şad böyle bir kişidir. Yani sözünü esirgemeyen, ölmekten ve öldürmekten çekinmeyen bir deli kurt. Maalesef akıbeti hakkında bir bilgiye sahip olmadığımız Türk Şad, Hazar çevresinin Türkleşmesinde önemli vazifeler görmüş bir Türk büyüğü olarak tarihe geçmiştir. 

 
Yrd.Doç.Dr. Saadettin Gömeç

ALİBEY HÜSEYİNZADE

                                                     
  Mensubu olduğu milletin sevgisini yüreğinde taşıyan insanların yaşadığı coğrafyanın hiçbir önemi yoktur. Milletin geneli veya bir parçası sıkıntıya düşmüşse eğer, milliyetçi kişi dünyanın öbür ucunda da olsa oraya ulaşıp, elinden gelen çabayı gösterir. Yüce Türk milletinin Türkçüleri de böyledir. Bulundukları ülke ve topraklar neresi olursa-olsun, Türk’ün yaşadığı herhangi bir yerde problem varsa, onu düzeltmek için yola çıkar, başını ortaya kor. Oraya gidemiyorsa, olduğu yerden, uzaktaki kardeşleri için elinden ne geliyorsa yapmaya çalışır. Yok buna da gücü yetmiyorsa, zorda kalan soydaşları için gece-gündüz Tanrı’ya dua eder. İşte Türkçüler bu özelliklerinden dolayı farklıdır.

  Azerbaycan’ın kahraman evladı Alibey Hüseyinzade’yi büyük yapan da böyle bir karaktere sahip olmasıdır. O, Anadolu Türklerinin en zor zamanlarında yanlarında bulunarak, onların mücadelelerine bilfiil katılıp, destek verdi. Bu suretle Türk tarihinin unutulmaz Türkçü ve Turancıları arasındaki yerini almıştır.

  Çeşitli eserlerde ve makalelerde adı Hüseyinzade Alibey veya Alibey Hüseyinzade diye de anılan bu Türk yiğidi, 1864’te Azerbaycan’ın Salyan kasabasında dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini Azerbaycan’da tamamladıktan sonra doktor olmak gayesiyle İstanbul’a gitti ve 1889’da Askeri Tıbbiye’ye girdi. Buradan başarı ile mezun oldu ve eğitim aldığı kuruma profesör yardımcılığına atandı. Fakat aslen Azerbaycanlı olması ve bu Türk yurdunun Osmanlı Devleti sınırları haricinde bulunması sebebiyle, işine son verilmesi durumu ortaya çıkınca, 1903 senesinde Azerbaycan’a geri döndü.

  O, Türk dünyasının içine düştüğü kötü durumu hazmedemiyor, bundan kurtulmak için ne yapmak gerektiği yolunda devamlı kafa yoruyordu. Azerbaycan’da bulunduğu bu yıllarda fikir hareketleri içinde yer aldı. Zaten bu sıralarda Rusya’da da işler iyi gitmiyordu. Muhteşem Rus çarlığı bir avuç Japon karşısında büyük bir hezimete uğramış, bu yenilgi Rusya’da Bolşevik (sosyalist) düşüncelerin kök salmasına vesile olmuştu. Hem Türkiye, hem Azerbaycan, hem de Rusya’nın değişik yerlerinde yaşayan Türk milliyetçileriyle irtibata geçen Alibey, bu sayede Türkçü fikirlerini daha da olgunlaştırdı. Önce 1905’te Hayat Mecmuası’nın, arkasından da Füyuzat gibi dergilerin yayınlanmasında önayak olan Hüseyinzade Alibey, buralarda; Türkler için tek çıkar yolun ilim ve fende ilerlemeye bağlı olduğunu ve ayrıca Türklerin birlik içinde hareket etmelerinin gerekliliğini savunuyordu. Dolayısıyla bu iki dergi Hayat ve Füyuzat Türk aydınlama tarihinde son derece önemli bir yere sahiptir.

  İşte Hüseyinzade Ali Bey bu çalışmaları sırasında Türk dünyasında ilk defa, aşağı-yukarı kendinden sonra bütün Türklerin ortak şiarı haline gelecek olan “Türkleşmek, İslamlaşmak ve Avrupalılaşmak” düsturunu ortaya koydu. Bu düşünce o kadar taraftar buldu ki, buna binaen pek çok ilim ve fikir adamı bu üç ilke çerçevesinde çalışma yollarını aramaya başladı. Aslında genç Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan’ın kuruluş aşamasında da bu ilkelere bağlı kalındığını görmekteyiz.

  Kalemiyle Türklüğün yolunu aydınlatmaya çalışan bu kahraman Türk evladı, Rus çarlığının her türlü baskısına rağmen, değişik yerlerde ve zamanlarda toplanan fikir önderlerinin de arasına katılıyor, kendi görüşlerini buralarda dile getiriyordu. Türkiye’deki Türkçülük akımının da mimarlarından olan Hüseyinzade Ali Bey Macar Turancılar için yazdığı;

“Sizlersiniz ey kavm-i Macar bizlere ihvan,
Ecdadımız müştereken menşei Turan”
derken, 20. yüzyılın son büyük fikir adamlarından Nihal Atsız yıllarca sonra, belki de ondan da etkilenerek, Rusların 1956’da Macaristan’a girmesi sebebiyle kaleme aldığı şiirinde;
“Akıttılar yine kara toprak üstüne,
Kahraman Macarlar şanlı Turan kanını”
diyordu.

  Nihayet Türkiye’de II. Meşrutiyetin ilanıyla ortaya çıkan siyasi ortamda çalışmak üzere tekrar İstanbul’a geldi. O da biliyordu ki, Osmanlı Türkiyesi ve Türkleri kalkınmadığı müddetçe diğer Türklerin yabancı baskılardan kurtulması mümkün değildi. Bunun için hep bir elden Türklüğün Batı emperyalizmi karşısındaki en güçlü savunucusu Türkiye Türklerinin yeniden diriltilmesi gerekmekteydi. Özellikle Rus baskısından kaçan diğer Türk milliyetçilerinin de gayretiyle, İstanbul’da bütün Türk dünyasını kucaklayan bir Türkçülük hareketi başladı. O vakte kadar uygulanan politikalar göstermişti ki, ne İslamcılık, ne de Osmanlılık siyasetleri başarılı olamamıştı. Osmanlı Devleti gün geçtikçe kötüye gidiyor, gözümüzden bile kıskandığımız Müslüman kardeşlerimizin hepsi yabancılarla Türklere karşı işbirliği yapıyorlardı. Elbette ki 600 sene hizmet ettikleri bu din kardeşlerinin ihaneti Türklere çok pahalıya mâl oldu. Türkçüler bu kötü gidişatın önünü alabilmek için sınırlar dâhilinde yaşayan Türklerden başkasına güvenilemeyeceğini anlamışlar ve bu yüzden Türk Derneği, Türk Yurdu Cemiyeti ve Türk Ocakları gibi müesseseler vasıtasıyla Türklerin ne yapmaları, nasıl bir strateji takip etmeleri nokta-i nazarından halkı bilinçlendiriyorlardı.

  Tıpkı o da İsmail Gaspıralı gibi, Türk birliğinin ancak dilde birlikle sağlanacağına inanıyor ve bunun için de ortak bir yazı dili oluşturulmasını istiyordu. Bu ortak Türkçenin temeli ise Türkiye Türkçesi esasında olmalıydı. Dolayısıyla Türkiye’de Ziya Gökalp’le başlayan, Mustafa Kemal ile devlet felsefesi haline gelen ve Nihal Atsız’la zirveye ulaşan Türkçülük fikrinin sistemleşmesinde onun büyük emeği vardır.
I. Dünya Savaşının çıkması üzerine Osmanlı Devleti hizmetinde tam bir Türk gibi çalışan Alibey Hüseyinzade, bu harbin sonlarında Azerbaycan Türk Cumhuriyetinin kurulduğunu duyar-duymaz, doğup-büyüdüğü Azerbaycan’a koştu. Bilindiği üzere bu ilk Türk cumhuriyetinin yaşamasına zamanın emperyalistleri izin vermediler. Savaşın galipleri arasında bulunan Rusya, Azerbaycan’a iki yıl kadar sonra (1920) tekrar girdi. Türklerin üstüne çoğunluğu Ermenilerden oluşan Kızılordu birlikleri yollandı. Türklere olmadık hakaretler ve katliamlar yapıldı. Bağımsızlık yanlısı Türkler ile selametin komünizmden geçtiğine inananlar birbirleriyle çatıştı. Sonunda pek çok Türk aydını ve devlet adamıyla beraber Hüseyinzade de yeniden Türkiye’ye kaçmak zorunda kaldı.

 Mustafa Kemal Türkiyesi elbette ona kucağını açtı ve 1926’da profesör olan Alibey Hüseyinzade, 1931’de emekliye ayrıldı. Türklük ve Turan ülküsü uğrunda geçen bir ömür sonunda, 1940’da hayata gözlerini yuman bu abide şahsiyet, belki de bu mücadelesinin mükâfatı olarak hep Turan ismiyle birlikte anıldı.


Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
 

4 Nisan 2012 Çarşamba

TÜRK YURDU


   Türkçülüğü yaymak üzere 1911 yılında kurulan Türk Yurdu Cemiyeti’nce
24 Kasım 1911’de çıkarılmasına başlanan, fakat onun kısa
sürede kapanması üzerine, bir yıl sonra kurulan Türk Ocağı’nın yayın
organı durumuna geçen düşünce ve ülkü dergisi. O günden bu yana,
yani 97 yıldır, Türkçülük çizgisinden ayrılmayan bir yayın organı olma
niteliğini korudu.
  
  “Türklüğe hizmet etmek, Türklüğe faide dokundurmak” emeliyle yayımlanmaya
bağlanan Türk yurdu, imtiyaz sahipliği ve yönetimi, Mehmet
Emin (Yurdakul) ile Yusuf Akçura arasında birkaç kez el de-
ğiştirdikten sonra, 1917 yılında, 13. cildinden bağlayarak Türk Ocağı-
’nın resmî yayın organı konumunu kazandı.
  
  Yüzyıla yaklaşan yayın sürecinde Türk yurdu; Türk düşünce, sanat
ve toplum hayatında çok etkili oldu. Birçok bilim, düşünce ve sanat
adamının yetişmesine önemli katkılarda bulundu. Gençler için bir ‘okul’
hizmeti gördü. Sonradan ülkenin düşünce, siyaset, ve toplum hayatında
yönetici ve yönlendirici olan pek çok kişinin kişilik oluşumunu yaydığı
düşünce, bilgi, ülkü ve ilkelerle geliştirdi veya pekiştirdi.
  
  Yayın hayatı doksan yedi yılına ulaşmış bulunan Türk yurdu,
yayımını kimi uzun, kimi kısa sürelerde durdurmak zorunda kaldı. Bu
durum, derginin yönetiminde değişikliklere yol açtı. Bu duraklamaları
göz önüne alan Hüseyin Tuncer, derginin geçirdiği” bu duraklama
dönemleri arasındaki serüvenleri ‘7 seri’ içinde ele alır. 

  Ancak, 7. serisürerken derginin Istanbul’dan Ankara’ya nakli sırasında, 
Nisan-Ekim 1989 arasında ortaya çıkan yayın boşluğunu göz önüne alarak Kasım
1989 sayısı ile başlayan süreci, 8. dizi olarak nitelendirebiliriz.
Birinci dizi, 1911-18 yıllarını içine alır. Türk yurdu bu dönemde 25x18
sm. boyutlu ve 15 günlük olarak Istanbul’da yayımlandı. 24.11.1911 /
15.07.1918 arasında, 14 cilt oluşturan 161 sayısı çıkarıldı. Yazı işleri
müdürlüklerini ise Yusuf Akçura ve Mehmet Emin (Yurdakul) ile Celâl
Sahir (Erozan) paylaştılar. Dergi, ülkenin içine düştüğü olumsuz durumlar,
yani I. Dünya ve Kurtuluş Savaşları, yüzünden 1918’den 1923’e 
kadar yayımını durdurmak zorunda kaldı.
  
  İkinci dizi 1923-1931 yıllarında, Ankara’da çıkarıldı. Bu dönemde yazı
işleri müdürlüğünü, sırasıyla, Cemil Behçet, Enver Kâmil ve Ferit
Celâl (Güven) üstlendiler. Derginin boyutlarında da biri 23x16, öteki
28x21 sm. olmak üzere, iki kez değişiklik yapıldı. Bu yıllar, eski
harflerden yeni harflere geçişin yaşandığı yıllardı ve Türk yurdu 1929’-
dan bağlayarak tümüyle yeni Türk harfleri kullanılarak yayımlandı ve
harf inkılâbına öncülük etti. 1931’de Türk Ocağı’nın kapatılması üzerine
derginin yayımlanmasına, 26. cilt ve 233. sayı ile son verildi.
  
  Üçüncü dizi’yi, Türk Ocağı’nın kapalı bulunduğu 1942-1943 yıllarında
çıkarılan 8 sayılık yayın oluşturur. Türk yurdu’nu o yıllarda, ülkücü bir
Türk Ocaklı olan Dr. Hasan Ferit Cansever öz imkânlarını zorlayarak,
Istanbul’da çıkardı. Bu durum göz önüne alınarak o sekiz sayının dizide
yer alıp alamayacağı sorgulanabilir. Fakat 01 Eylül 1942’de “26. cilt, 1.
sayı” olarak yayımlanmaya bağlanması bu konudaki tereddütleri ortadan
kaldıracak niteliktedir. Fakat, yazık ki bu dizi, hakkı olan kâğıt tahsisi
yapılmadığı için, 01 Ocak 1943’de sona ermek zorunda kaldı. Böylece
derginin toplam cilt sayısı 27, sayıların toplam tutarı 241 oldu.
Dördüncü dizi, 1954-57 yıllarını içine alır. Türk yurdu dergisi, bu
dönemde, -Türk Ocakları’nın yeniden açılmasından beş yıl sonra-
Temmuz 1954’te, aylık olarak, yine Ankara’da çıkarılmağa bağlandı.
İmtiyaz sahibi Ankara Türkocağı adına Halûk Ökeren, yazı işleri müdürü
Aziz Ocakçıoğlu’ydu. Fakat dergi, Kasım 1954’te Ocak Merkezinin
bulunduğu Istanbul’a nakledildi. 

  Haziran 1957’ye kadar imtiyaz sahipliğini Hamdullah Suphi Tanrıöver, 
yazı işleri müdürlüğünü AbdülhakŞinasi Hisar yürüttü. Dizide 29 sayı çıkarıldı, 
toplam sayı 270’e ulaştı.
  Beşinci dizi, iki yıllık bir aradan sonra, Mart 1959’da başlatıldı. Türk
Ocakları Genel Merkezi’nin Ankara’ya taşınması ve Genel Başkanın da
değişmesi üzerine, Türk yurdu orada, boyutu ve iç düzenlemesi
değişmiş, zengin bir içerikle çıkarılmağa başlanmıştı. Bu kez imtiyaz
sahibi Osman Turan, yazı işleri müdürü Emin Bilgiç’ti. Galip Erdem6
de ‘umumî neşriyat müdürü’ olarak görünmekte idi. 27 Mayıs 1960
darbesinin ardından Türk Ocaklarında da yapılan iç darbe sonunda
Genel Merkezin ve tabiî Türk yurdu’nun yönetimleri değişti. Dergi
yönetiminde 1967’ye kadar sıkça değişiklikler oldu ve bu süreçte
aralıklarla çıkarılan sayıların toplamı 344’e ulaştı. Kasım 1967’de ise
yayımı durduruldu.
  
  1970’de başlayan altıncı dizi’de derginin sahibi Osman Turan, yazı
işleri müdürü de Osman Yüksel’di. Türk yurdu’nun 60. yıl dönümüne
rastlayan bu süreçte Ocak 1970’ten başlanarak, ancak dört sayı çıkarılabildi.
Toplam sayılar 348’e ulaştı ve dergi, yeniden, 16 yıl süren bir
suskunluğa gömüldü.
  
  Yedinci dizi 1987’de bağladı. Dergi, Şubat 1987’de, yine aylık olarak,
Istanbul’da çıkarılmağa başlandı. Bu kez sahibi Orhan Düzgüneş,
umumî neşriyat müdürü Reşat Genç, yazı işleri müdürü İstanbul Türkoca
ğı başkanı Cezmi Bayram’dı. İmtiyaz sahibi, umumî neşriyat müdürü
ve yayın kurulu Ankara’da bulunan derginin Istanbul’da çıkarılmasından
kaynaklanan zorluklar göz önüne alınarak yayımı, yeniden Ankara’ya alındı. 
Fakat bu nakil sırasında yeniden yedi aylık bir boşluk oluştu.
  
  Sekizinci dizi olarak niteleyebileceğimiz yeni süreçte Kasım 1987’den
başlayarak yazı işleri müdürlüğünü Osman Çakır üstlendi; 1991 yılında
da Orhan Kavuncu. 1992’de Alâattin Korkmaz umumî neşriyat müdürü
oldu; Kavuncu da yazı işleri müdürlüğünü sürdürdü. İmtiyaz
sahipliğinin 1994’de yeni genel başkan Sadi Somuncuoğlu’ya geçmesi
üzerine, Osman Çakır yeniden yazı işleri müdürlüğüne getirildi. 1995’te
de Mustafa Yılmazer ‘umumî neşriyat ve sorumlu yazıişleri müdürü’,
Süleyman Öğütlü ise ‘yayın koordinatörü’ oldu. İmtiyaz sahipliği 1996’-
da Necati Gültekin’e, 1998’de Nuri Gürgür’e geçti; O yıl Çağatay Özdemir
umumî neşriyat müdürlüğüne, Osman Çakır yazı işleri müdürlü
ğüne getirildi. Ocak 1998’den bağlanarak dergide birtakım kurullar
oluşturuldu: Yayın, bilim ve danışma kurulları. Ocak 1999’da derginin
‘umumî neşriyat müdürlüğü’nü Necmeddin Sefercioğlu üstlendi. 2000
Haziranında Çağatay Özdemir ‘Genel yayın müdürü, Necmeddin
Sefercioğlu da, Osman Çakır’ın yerine ‘yazı işleri sorumlu müdürü’
oldu.
  8. dizi dönemi Türk yurdu’nun en istikrarlı dönemini oluşturdu. Yirmi
yıldır yayımı aksamadan, birçok önemli özel sayılar da çıkarılarak,
sürdürülüyor.
  Bu sekiz yayın dizisi boyunca, Türk yurdu’nda yüzlerce ünlünün ve
ünlü adayı gencin yazıları yayımlandı. O dizilerin yazarlarını burada
vermek, kitapçığın kapsamı yönünden imkânsızdır. Dizilerde yazıları
çıkan yüzlerce yazarın tam bir dizimini öğrenmek için, Fethi Tevetoğ-
lu’nun Türk kültürü dergisinde 1988 yılında yayımlanmış bulunan
“Türkçü dergiler” başlıklı yazı dizisinin “Türk yurdu”na ayırılmış bulunan
ve kimlik ayrıntısı 1. dipnotunda verilen bölümlere bakılmalıdır: